1989’da Berlin duvarının yıkılışı, Avrupa’nın siyasi atmosferini derinden değiştirdi. Yapısal siyasi altüst oluşlar ve büyük ekonomik dönüşümlerle yürütülen kapitalist restorasyonun, küresel çapta toplumsal yankıları oldu. Avrupa’da, antikapitalist güçlerin etki alanı engellenemez şekilde daraldı: Toplumsal mücadeleleri örgütleme ve yönlendirme becerileri gittikçe zayıfladı ve sol 1968 sonrası birçok ulusal kültür içerisinde önemli yer tutan ideolojik hegemonyasını kaybetti.
Bu gerileme kendisini seçim arenasında da gösterdi. 1980’lerden itibaren Avrokomünizm etrafında birleşen partiler de Moskova ile yakın bağları olan siyasetlerde ciddi oranda destek kaybettiler ve SSCB’nin çöküşüyle de hakiki bir enkaza dönüştüler.
Ardından bir yeniden yapılanma süreci başladı ve mevcut durumdaki antikapitalist unsurlar etrafında şekillenen yeni siyasi oluşumlar ortaya çıktı. Bu da soldaki geleneksel yapıların kendilerini önceki on yılda gelişen ekoloji, feminizm ve barış hareketlerine açılmasına sebep oldu. İspanya’da 1986’da kurulan Izuierda Unida bu dönüşümün öncüsü oldu. Benzer inisiyatifler, 1991’de Komünist Yeniden Kuruluş Partisi ve Synaspismos’un kurulması ile İtalya ve Yunanistan’da da meydana geldi. Başka ülkelerde bu dönüşüm, Berlin duvarının çöküşünden öncesine dayanan partilerin kendilerini yenileme çabası olarak (kimilerinde yalnızca görüntü olsa da) ortaya çıktı: Doğu Almanya Cumhuriyeti’nde 1949 yılından beri iktidarda olan Sosyalist Birlik Partisi, adını Demokratik Sosyalizm Partisi olarak değiştirdi.
Sosyal demokrasiden
kalanların dönüşümü
Bu yeni partiler, adını değiştirmemiş olanları ile birlikte ulusal düzeyde siyasal bir varlık kazanmayı başardılar. Toplumsal hareketler ve ilerici sendikal güçlerle birlikte, AB’ye yeni üye ülkelere sıkı parasal sınırlamalar öngören1993 tarihli Maastricht Antlaşmasının getirdiği neoliberal politikalara karşı gelişen direnişin içerisinde var oldular. 1994 yılında Avrupa Parlamentosunda Avrupa Sol Birliği ismiyle grup kurdular.
1990’ların ortalarında, ülkelerindeki hükümetlere (İtalya’da Berlusconi, Fransa’da Juppé, İspanya’da Gonzalez ve Aznar) dönük grevler ve kitlesel eylemlerin yarattığı coşku, radikal sol içerisindeki bazı güçlere mütevazı seçim zaferleri dahi kazandırdı. Izquierda Unida 1994 AP seçimlerinde %13,4, İtalyan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi 1996 genel seçimlerinde %8,5 ve Fransız Komünist Partisi de parlamento seçimlerinde yaklaşık %10 oy aldı.
Yeni yüzyılın şafağında, neoliberal küreselleşmeye karşı siyasal olarak heterojen denebilecek dev bir mücadele dalgası tüm dünyaya yayılıyordu. G8 ve IMF zirvelerindeki kitlesel protestolar, 2001 yılında Brezilya’da kurulan Dünya Sosyal Formu ile birlikte, egemen siyasete alternatifin geniş çaplı tartışılmasını cesaretlendirdi.
Diğer yandan, İngiltere’de Tony Blair’in yakaladığı çıkış, Sosyalist Enternasyonal’in ideoloji ve programından radikal bir çıkışın kapısını açtı. Farklı şekillerde birçok Avrupa ülkesinin desteklediği; Blair’in “Üçüncü Yolu” neoliberal düsturun “yeniye” dair üzerine içi boş övgülerle üzeri kapatılmaya çalışılan pasif bir kabulünden başka bir şey değildi.
Avrupa’da, sosyal refah döneminden kalan tüm parçalar bir bir dökülüyordu, emeklilik sistemine saldırılar, yeni bir büyük çaplı özelleştirme dönemi, eğitimin piyasalaştırılması, AR-GE fonlarının kesilmesi ve etkili sınai politikaların eksikliği. Benzer siyasi tercihler Doğu Avrupa’yı da etkisi altına almıştı.
Ekonomi yönetimi açısından, dönemin iktidardaki sosyal demokrat ve muhafazakâr partilerin politikaları arasında çok minimal farklar vardı. Öyle ki birçok örnekte, özellikle de sendikaların kendilerine daha dostça yaklaşılacağına dair eski kuruntularından kaynaklı kabullenişleriyle, sosyal demokrat ya da merkez sol hükümetler neoliberal projeyi yürütmekte çok daha başarılı oldular. Dış politikalarındaki yönelimleri de geçmişle benzer bir kopuşu içeriyordu (NATO’nun Kosova’yı bombalaması, Irak savaşı ve Afganistan’a askeri müdahalede görüldüğü üzere).
İktidar dönemindeki hatalar
Sosyalist partiler ekoloji sorununu çoğu zaman bir ilke olarak benimsese de neredeyse hiçbir zaman çevreyi ilgilendiren önemli sorunları çözmek için etkili yasalar çıkarmadılar. Bunda Yeşil Partilerin çoğunun ılımlı bir çizgiye gelerek, müttefik seçerken sağ-sol ayırmayı bıraktığı, post-ideolojik yönelimleri ve mevcut üretim biçimiyle mücadeleden vazgeçmeleri de etkili oldu.
Avrupa sosyal demokrasisindeki, kapitalizmin ve neoliberalizmin tüm ilkelerine şerhsiz itaati içeren bu değişim, 1989 yılının yalnızca komünistleri değil tüm ilerici güçleri sarstığını gösterdi. Sosyal demokratlar, II. Dünya Savaşı sonrasındaki karakteristik özellikleri olan reformculuğu, ekonomiye devlet müdahalesini terk etmişti.
Tüm bu köklü değişikliklere rağmen, Avrupa radikal solu içerisindeki birçok parti sosyal demokrat güçlerle ittifak yaptı. Neoliberal rüzgârın, hükümetleri sosyalist bir çizgiye itecek kitlesel toplumsal hareketlerin yokluğunda itirazsız esişi radikal sol partiler açısından olumsuz bir sonuç doğurdu. Antikapitalist sol, en temel ekonomik prensipleri sarsacak herhangi bir toplumsal kazanç elde edemedi; tüm kazanımları dönemsel, zayıf ve hafifletici niteliklerde oldu. Çoğu kez, sıtmaya razı gelerek, uzlaşmayacaklarını vaat ettikleri ekonomik önlemleri desteklemek zorunda kaldılar. Yine de seçim sonuçları her yerde felaket oldu. 2007 başkanlık seçiminde Fransız komünistler yüzde 2’den az oy aldılar, bir sonraki yıl Izquierda Unida yüzde 3,8 ile dibi gördü. İtalya’da komünistler, yüzde 3,1 oy olarak cumhuriyet tarihinde ilk kez parlamentoya giremedi.
İkinci bölüm haftaya.