Karl Marx’ın 206. doğum gününü kutlarken, Jacobin’in yazarımız Marcello Musto ile Marx’ın Son Yılları kitabı üzerine yaptığı röportajın bir kısmını okurlarımız için derledik.
Nicolas Allen: Kitabınızda yazdığınız, daha çok ömrünün son üç yılını ifade eden “geç dönem Marx” Marksistlerin çok üzerinde durduğu bir dönem değil. Marx’ın ömrünün son yıllarında önemli herhangi bir yapıt yayınlamamış olmasından bağımsız olarak, sizce bu dönem neden görece daha az ilgi çekiyor?
Marcello Musto: Marx hakkında bugüne kadarki hiçbir entelektüel biyografi hayatının son on yılına pek fazla dikkat çekmez, 1872’de Enternasyonal neticelendikten sonra yaptıklarına dair birkaç sayfadan fazla yazan yoktur.
Bu yazarların hepsi, kitaplarının bu çok kısa bölümlerine, jenerik bir “Son on yıl” başlığı atarlar ki bu tesadüf değildir. Marx’a dair biyografik eserlerini iki dünya savaşı arasında, sınırlı sayıda basılmamış elyazmalarına erişimi olan Franz Mehring, Karl Vorlander ve David Riazanov’un bu döneme dair sınırlı ilgisini anlayabilmekle birlikte, bu sarsıcı dönemden sonra yazılmış eserler açısından biraz daha kompleks bir mesele.
Marx’ın en bilinen iki eseri –1844 Elyazmaları ve Alman İdeolojisi– de tamamlanmamış olmakla birlikte ancak 1932’de basılmış ve 1940’ların ikinci yarısında dolaşıma girmiştir. Nazizmin barbarlıklarının yol açtığı derin ıstırap, varoluşçuluk gibi felsefelerin popülerlik kazandığı bir atmosferi yaratan II. Dünya Savaşı, bir anlamda toplumda bireyin varoluş koşullarını konu eden yapıtların büyük önem kazanmasına sebep olduğundan, Marx’ın yabancılaşma ve türsel varlık gibi felsefi fikirlerine yönelik ilgi de arttı. Marx hakkında bu dönemde yazılan biyografiler, zamanın ruhunu yansıtarak Marx’ın erken dönemine gereksiz bir ağırlık veriyordu. 1960 ve 70’lerde Marx’ın fikrini bütünsel anlamda tanıtmayı amaç edinen kitaplar büyük çoğunlukla Marx’ın daha 30 yaşında olduğu, Komünist Manifesto’nun yazıldığı 1843-48 yıllarına odaklanıyor.
Bu bağlamda, yalnızca geç dönem Marx değil, Kapital’in kendisi de aslında önem sırasında geri plana atılıyor. Parisli Marksistlerin, Marx’ın başyapıtı ve on yıllarca süren çalışmasının meyvesi olan Kapital’i umursamayıp 1844 Elyazmaları’nın gizemli havasından ve tamamlanmamış olmasından nasıl büyülendiklerini, liberal sosyolog Raymond Aron D’une Sainte Famille a l’autre (1969) kitabında mükemmel şekilde tasvir ediyor.
Louis Althusser gibi Marx’ın gençliğinin Marksizme dahil edilmemesi gerektiğini savunanların da etkisiyle, “Genç Marx” miti, Marx çalışmaları tarihindeki en temel yanlış anlaşılmalardan biri haline geldi. Marx 1840’ların ilk yarısında önemli gördüğü herhangi bir eser basmadı. Örneğin eğer Marx’ın siyasi fikirlerini anlamak istiyorsak, Alman-Fransız Yıllığı’nda basılan 1844 tarihli dergi makalelerine değil, Enternasyonalde ifade ettiği sorunlara ve yanıtlara bakmamız gerekir. Hatta eğer tamamlanmamış elyazmalarını analiz etmemiz gerekiyorsa, Grundrisse ya da Artı Değer Teorileri, kendisinin 1846’da “farelerin kemirişine terk ettiği” Almanya’da Genç Hegelciliğe yönelik eleştirilerinden çok daha önemlidir. Erken dönem elyazmalarına aşırı anlam yükleme eğilimi Berlin duvarının yıkılışından bu yana değişmedi. Yeni elyazmalarının basılmış olmasına rağmen, güncel biyografik çalışmalar da bu döneme gereğinden fazla atıf yapıyor.
Bu ihmalin bir başka sebebi ise Marx’ın son döneminde yürüttüğü çalışmalarının büyük çoğunluğunun fazla karmaşık gelmesi. Sol Hegelci bir genç öğrenci hakkında yazmak, tek bir dilde yazılmış elyazmalarında ve 1880’lerin başındaki entelektüel heveslerindeki dallanıp budaklanan konulara hâkim olmaya çalışmaktan çok daha kolay ve maalesef bu da Marx’ın katettiği önemli ilerlemelere dair çok daha özenli bir anlayışın önüne geçiyor. Çalışmalarını sürdürmekten vazgeçtiğine ve hayatının son on yılını “ağır bir ıstırap” içerisinde geçirdiğine dair yanlış değerlendirmeler, birçok biyografi yazarı ve akademisyenin, Marx’ın bu dönemde gerçekten ne yaptığını derinlemesine anlayabilmelerinin önüne geçiyor.
Marx’ın geç dönem yazmalarına dair çalışmalar, odağını Avrupai olmayan toplumlara yönelik araştırmalara kaydırdığını ortaya koyuyor. “Batı modeli” dışında da gelişme evreleri olduğunu kabul etmesinden yola çıkarak, Marx’ın yeni bir sayfa açtığını “Avrupamerkezci olmayan bir Marx’a” dönüştüğünü söyleyebilir miyiz? Yoksa bu Marx’ın teorilerinin farklı tarihsel toplumların somut gerçekliğinden sağlamasını yapmadan uygulanamayacağının kendisi tarafından da tasdiki midir?
Marx’ın son dönemindeki araştırmalarında coğrafi konulara dair büyük ilgisinin ardındaki birincil motivasyon, kapitalist üretim biçiminin dinamiklerine dair küresel ölçekte etraflı bir anlayış sunabilme fikri. Kapital birinci cildin ana odağı İngiltere’dir, o yayınlandıktan sonra yazılacak diğer iki cilt için sosyoekonomik araştırmalarını genişletmek ister. Bu sebepten dolayı Marx 1870’te Rusça öğrenmeye karar verir ve sürekli olarak Rusya ve ABD’den kitaplar, istatistikler talep eder. Bu ülkelerdeki ekonomik dönüşümlerin analizinin, kapitalizmin farklı dönem ve bağlamlarda oluşabilecek biçimlerinin anlaşılabilmesi açısından yararlı olduğunu düşünür. Bugünlerde trend haline gelen “Marx ve Avrupamerkezcilik” konusuna dair ikincil kaynaklarda bu son derece kritik mesele görmezden geliniyor.
Marx’ın Avrupalı olmayan toplumlara dair araştırmalarındaki bir başka kritik soru, kapitalizmin komünist toplumun doğuşu açısından mecburi bir önkoşul olup olmadığı ve hangi aşamada uluslararası boyutta geliştirilmesi gerektiğidir. Marx’ın yine son yıllarında öne sürdüğü, tarihi doğrusal olarak okumayan kavrayışlar, farklı ülkeler ve toplumsal bağlamlardaki tarihsel özgünlüklere ve ekonomik siyasi gelişim eşitsizliklerine daha dikkatle bakmaya itti. Marx birbirinden tamamen farklı tarihsel ve coğrafi bağlamlara dair açıklayıcı kategorilere daha şüpheci yaklaşmaya başladı ve “farklı tarihsel bağlamlarda yaşanan birbirine çok benzer olaylar, tamamen ayrı sonuçlar vermiş” diye yazdı. Bu yaklaşım tabii ki Kapital’in bitmemiş ciltlerini tamamlamayı daha da zorlaştırdı ve en önemli eserini tamamlayamayacağını kabul etmek zorunda kaldı. Fakat kesinlikle farklı devrimci fırsatlar açtı.
Bazı yazarların naif yaklaşımlarının aksine, Marx bir anda Avrupamerkezci olduğunu fark edip, siyasi fikirlerini düzeltmek için kendisini yeni konulara yönlendirmedi. Kendi deyimiyle hep “dünya yurttaşı” olageldi, ekonomik ve toplumsal değişiklikleri küresel ölçekte analiz etmeye çalıştı. Kendi çağdaşları gibi o da Avrupa’nın diğer kıtalara nazaran sanayi üretimi ve toplumsal örgütlenme açısından üstünlüğünün farkındaydı fakat bunu hiçbir zaman kalıcı bir faktör ya da mecburi bir şart olarak görmedi. Ve tabii ömrü boyunca da sömürgeciliğe tavizsiz bir düşmanlığı vardı. Tüm bunlar, Marx’ı okumuş birinin rahatlıkla fark edebileceği özellikleri.
Marcello
Musto