Categories
Journalism

Marx’ın komünizm anlayışı

Marx’ın önceliği “modern toplumun ekonomik hareket kanununu açığa çıkarmak” idi. Kapitalist üretim biçiminin, esas devrimci özne olan proletaryanın mevcut sosyoekonomik sistemi yıkmasına fayda sağlayacak kapsamlı bir eleştirisini geliştirmeyi amaçlıyordu.

Dahası, kesinlikle “yeni bir din” niyetinde olmayan Marx, teorik olarak anlamsız ve politik olarak verimsiz gördüğü, komünist toplum için evrensel bir model tarifinden de geri durdu. Bu sebeple, Kapital’in ilk cildinde “geleceğin menüleri için yemek tarifi” yazma niyetinde olmadığını açıkça belirtmişti. Buna rağmen, birçok yorumcunun hatalı iddiasının aksine, Marx komünist topluma dair kimisi basılmış kimisi basılmamış birçok fikir geliştirmişti.

ÖZGÜR İŞTİRAK KOMÜNİZM

Marx’ın komünizm tahayyülü, “özgür bireylerin, müşterekleştirilmiş üretim araçları ile çalışarak tek bir toplumsal emek gücü olduklarının tüm bilinci ile bu güçlerin birçok farklı formunu geliştirdikleri bir işbirliği idi.” Benzeri birçok tanımı Marx’ın yazılarında bulabiliriz. Grundrisse’de, kapitalizm sonrası toplumun “kolektif üretim” üzerine temelleneceğini yazmıştı. Gotha Programının Eleştirisi’nde ise “toplumsal örgütlenmeyi, üretim araçlarının ortak mülkiyeti temelinde ‘işbirliğine dayalı bir toplum’” olarak tanımlıyordu.
Kapital’in ilk cildinde, Marx, toplumun bu “daha yüksek formundaki” hâkim prensibin her bireyin tam ve özgür gelişimi olduğunu açıklıyordu. Fransa’da İç Savaş’ta, komün üyelerinin uyguladıkları tedbirlerle hemfikir olduğunu belirtirken “halkın kendi kendine hükümet edişinin eğilimlerine işaret ettiğini” yazıyordu. Daha açık olmak gerekirse, Paris Komünü’nün siyasi reformlarına dair değerlendirmesinde, “eski, merkezî hükümetin taşralarda dahi üreticilerin özyönetimine doğru kırılması gerektiğini” iddia ediyordu. Bu ifade, Bakunin’in Devletçilik ve Anarşizm eserinde yeniden ortaya çıkıyor; Marx “radikal bir toplumsal değişimin, toplulukların özyönetimi ile başlayacağının” altını çiziyordu.

Marx, burjuva topumda işçiler ve kapitalistlerin piyasa içerisindeki durumlarını eşitleyen sözde serbest rekabetin insan özgürlüğü ile hiçbir alakası olmadığını ve kapitalizm savunucuları tarafından yüceltildiğini belirtiyordu. Sistem demokrasi karşısında devasa bir engel teşkil ediyordu ve işçilerin ürettiklerinin dengine yaklaşamayacak bir karşılık aldıklarını en iyi şekilde gösteren de kendisiydi.

Marx Grundrisse’de kapitalizmin “bireylerin toplumsal üretim altında toplandığını” ve bunun “kendileri dışında varoluşunun kaderleri haline geldiğini” gözlemler. Bu da ancak alım satım değerleri her şey olup bittikten sonra belirlenen ürün üzerinden pazarlığı edilen değişim değerinin ederiyle belirleniyor. Buna karşın komünist toplumda ise emeğin kendi içinde dağıldığı işbirliğinin çıktısı olarak üretim “doğrudan toplumsal” olacak. “Ortak zenginliğin” sahipleri tarafından yönetilecek. “Üretimin toplumsal karakteri” üretileni en başından genel ve ortak olana doğru biçimlendirecek, “üretimin komünal karakteri” baştan belirlenmiş olacak ve bireyin emeği toplumsal emeğe dönüşecek. Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde vurguladığı gibi, kapitalizm sonrası toplumda “bireysel emek dolaylı bir biçimde var olmayacak ve doğrudan kümülatif emeğin tamamlayıcı parçasına dönüşecek”. Ek olarak, işçiler “bireyin işbölümüne köleleştirici itaatini” tarihe gömecek şartları da yaratabilecekti.

SOSYALİZM VE EKOLOJİ

Kapital’in ilk cildinde Marx burjuva toplumda “üretim sürecinin işçi için değil işçinin üretim süreci için var olduğunu” vurgular. Dahası, işçilerin sömürülmesine paralel olarak çevrenin sömürüsü de ortaya çıkar. Marx’ın komünist toplum fikrini üretici güçlerin gelişimine indirgeyen yorumlamalara karşın, Marx’ın kendisi bugün ekoloji sorunu dediğimiz konuya büyük ilgi gösterir. Birçok kez “kapitalist tarımdaki gelişmelerin yalnızca işçileri değil toprağı da soyduğunu” işaret etmiştir.

Komünizmde, planlı işbirliğinin şartları yaratılacaktır. Kapital’in üçüncü cildinde Marx işçilerin komünist üretim biçimini tesis edebildikleri vakit, “tekil bireylerin gezegene sahip olmasının, bir insanın diğeri üzerindeki sahipliği kadar absürt geleceğini” gözlemler. En radikal eleştirilerini kapitalizme içkin yıkıcı sahiplenmeye yönlendirerek, “ne tüm bir toplum ne tüm bir millet, hatta varolan tüm toplulukların bütünü dahil dünyanın sahibi değildir” der. Marx için, insanlar “onun içinde yaşayanlar, ondan yarar sağlayanlar olarak gezegeni gelecek nesiller için daha iyi bir duruma getirmekle mükelleftirler”.

Marx’ın komünizme dair fikirleri ne dogmatik şekilde bağlı kalınacak bir model olarak ne de farklı zaman ve yerlerde ayrım gözetmeden uygulanması gereken çözümler olarak düşünülmemelidir. Fakat bu taslaklar, paha biçilemez bir teorik hazine teşkil etmekte, bugün dahi kapitalizmin eleştirisinde bize yol göstermektedir.

Categories
Journalism

Che Guevara’nın yolundan

Marcello Musto – Akademisyen

Ernesto Che Guevara’nın hayatının son günlerini geçirdiği Vallagrande’yi ziyaret edebilmek için uzun bir yolculuğa çıkmanız gerekir. Önce Bolivya’nın en kalabalık şehri Santa Cruz’a gidip, oradaki eski yıpranmış otobüslerle, derme çatma ve rüzgârlı bir dağ yolunu geçmelisiniz.

Şehrin merkezinden birkaç kilometre sonra, Che’nin altı gerilla yoldaşı ile birlikte elleri kesilmiş biçimde saklandığı, şimdi müzeye çevrilmiş toplu mezarları görürsünüz. Alan, Bolivyalı devriyelerin CIA ajanlarının yardımlarıyla Guevara’yı ele geçirmek için kurdukları üsten yalnızca birkaç yüz metre uzaktadır. Oradan kalanlar ancak otuz yıl sonra yeniden ortaya çıkarıldı ve bugün Santa Clara’da, Che’nin 1958 Aralık’ında Küba devrimini getirecek savaşa önderlik ettiği yerde bir mozolede sergilenmektedir.

Latin Amerika’nın Dağlarından

Vallagrande’den La Higuera’ya varmak 3 saat alıyor. Yaklaşık elli evden oluşan bu küçük kasabaya giden yol denizden 2 metre yüksekte, asfaltsız ve sarp olduğu için ancak ciple yolculuk edilebiliyor. Tenha bir yer, bugün bile dünyadan çok uzakta.

Zaman zaman haksızca ima edildiği üzere, Che Bolivya’yı Küba’da uyguladığı siyasi ve askerî stratejilerin aynısını mekanik şekilde yeniden üretebilmek için seçmedi. Fakat güney koninin tamamını etkileyecek bir devrimci sürecin doğuşuna ihtiyaç olduğuna ikna olmuştu. Bolivya’da başarılabilecek uluslarüstü bir proje, Peru ve Arjantin’e de ulaşabilir, ABD’nin tek ve dolayısıyla görece zayıf bir noktaya müdahale ederek bastırabilmesinin önüne geçilebilirdi. Kıtanın merkezinde yer alan, beş ülkeyle komşu olan Bolivya, kıtaya yayılacak farklı mücadele cephelerini organize edecek güvenilir kadroları oluşturmak için idealdi.

Che Bolivya Ulusal Kurtuluş Ordusunu yalnızca 45 gerilla ile kurmuştu. Bolivya Günlükleri’nin girişinde Fidel, “Tarihte bu kadar az sayıda insanın böyle devasa bir görevin altına girdiği görülmemişti” diyordu. Gerilla hareketinin başlangıcından 11 ay sonra ise ölüm çoğunun kapısına ulaşmıştı. 8 Ekim 1967’de, Che 16 yoldaşı ile birlikte pusuya düşmüş, sol ayağından yaralanmış ve üç saat süren çatışma sonucunda esir alınmıştı. Komşu La Higuera’ya götürülmüş, sonraki gün de General Rene Barrientos’un emriyle öldürülmüştü.

Che’nin Son Teorik Çalışmaları

Bolivya Günlükleri ile birlikte iki defter çarçabuk Küba’ya ulaştırıldı. Fakat kısa yazılardan oluşan bir başka günce çok daha geç ulaşmış, 1998 yılında ise Ölmeden Önce: Yazmalar ve Okuma Notları başlığı ile basılmıştı. Che bulunduğu şartların zorluğuna rağmen bu notlarında okumalarından önemli bulduğu pasajları aktarmış ve kimi çalışmalarını özetlemişti. Bu notlar, çok kısa süreli dinlenmelerinde yazdığı düşünüldüğünde, adanmışlığının da bir kanıtı sayılır. Notları arasında Sosyolog Charles Wright Mills’in yazdığı Marksist Che kitabının analizindeki yüzeyselliğin dahi eleştirisi vardı. Mills’i “Kuzey Amerika solunun liberal entelektüelliğinin açık bir örneği” olarak eleştiriyordu. Diğer yandan György Lukács’ı ise son derece faydalı buluyordu çünkü “Hegel felsefesinin karmaşıklığını çözmesine” yardımcı olmuştu. Felsefi çalışmalarına rehber olarak ise Engels’in Anti Dühring’indeki “diyalektik konusundaki tamamlanmamış fikirlerinden” yararlanıyordu. Troçki’nin Rus Devrimi Tarihi’nin belli kısımlarını ise Sovyetler’in doğuşuna dair “elzem, önemli bir kaynak” olarak görüyordu. Son olarak, Che yerel yazarları da okuyordu, Bolivya’nın Sömürge ve Ulusal Sorununa Dair isimli kitap üzerine notlar çıkarıyor, ülkeye dair “çokuluslu devlet” tezini ilginç buluyordu.

Che’nin son okuma notlarının sayfaları, kapitalizm öncesinden sosyalizme kadar olan süreçteki farklı üretim modellerine dair bir çalışması ile bitiyor. Bu çalışmada Marx’ın proletaryanın yoksullaştırılması konusunda haklı olduğunu belirtiyor fakat “emperyalizm fenomenini öngöremedi. Bugün emperyalist ülkelerin işçileri de sistemin azınlık ortaklarıdır” diye de ekliyor.

Ebedî Kahraman

Che’nin ölüm haberi herkesi şoka uğratmış fakat fikirleri 20. yüzyıl boyunca görülmemiş bir hızda yayılmıştı. Çocuklarına “her birimiz, tek başına değersiziz”, “dünyanın her yerinde, herkese karşı yapılan her türden haksızlığı yüreğinizin derinliklerinde duyun” diye öğütlediği bir mektup bırakmıştı.

1964 Aralık’ında Che Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda konuşmuştu. Latin Amerika’dan, halkının kurtuluş mücadelesinden bahsetmiş, siyasi partilerin, entelektüellerin desteğinin önemli ancak başarmak için yeterli olmadığını söylemişti. “Sömürülen işçilerle birlikte bu destanı yerli halkların ve topraksız köylülerin kitlesel birliği yazacak” diyordu. Birçoklarına modern bir Don Kişot’un beyanı gibi gelen bu sözler, başkaları içinse öngörülü bir liderin sözleriydi. Fakat bugün, tahrip gücü giderek daha fazla artan kapitalist sistem karşısında, Che’nin mirası her zamankinden daha güncel.Marcello Musto – Akademisyen

Ernesto Che Guevara’nın hayatının son günlerini geçirdiği Vallagrande’yi ziyaret edebilmek için uzun bir yolculuğa çıkmanız gerekir. Önce Bolivya’nın en kalabalık şehri Santa Cruz’a gidip, oradaki eski yıpranmış otobüslerle, derme çatma ve rüzgârlı bir dağ yolunu geçmelisiniz.

Şehrin merkezinden birkaç kilometre sonra, Che’nin altı gerilla yoldaşı ile birlikte elleri kesilmiş biçimde saklandığı, şimdi müzeye çevrilmiş toplu mezarları görürsünüz. Alan, Bolivyalı devriyelerin CIA ajanlarının yardımlarıyla Guevara’yı ele geçirmek için kurdukları üsten yalnızca birkaç yüz metre uzaktadır. Oradan kalanlar ancak otuz yıl sonra yeniden ortaya çıkarıldı ve bugün Santa Clara’da, Che’nin 1958 Aralık’ında Küba devrimini getirecek savaşa önderlik ettiği yerde bir mozolede sergilenmektedir.

Categories
Journalism

Potosi Madenleri: Bir avrupa sömürgeciliği hikâyesi

Marcello Musto – Akademisyen 

Bolivya Potosi’nin zenginliği Avrupa tarafından ilk olarak 1545 yılında, bir grup İspanyol istilacının yeraltı zenginliklerinden istifade etmek için bölgeye yerleşmesiyle fark edildi. Şehir çok kısa sürede büyüyerek 160 bin nüfusa kavuştuğunda ne Paris ne Roma ne Londra ne de Sevilla’da bu kadar insan yaşıyordu.

Şehrin ünü tüm dünyayı dolaştı. Latin Amerika’dan İspanya’ya bir köprü inşa edecek miktarda, yaklaşık 50 bin ton gümüş şehrin damarlarından çıkarıldı.

Dünyanın en büyük gümüş madenine sahip Potosi’den devasa parçalar halinde çıkarılan metaller lamaların sırtında Şili limanına taşınıyor, oradan da İspanyol savaş gemileriyle kıtayı terk ediyordu. Yerli halk köleleştirilmişti fakat insanlık dışı koşullar on binlercesini öldürmeye başlayınca, sömürgeciler Afrika’dan 30 binden fazla köle “ithal etti.” Avrupa “medeniyeti” yağma ve soykırım diye okunuyordu.

İNSAN YİYEN DAĞ 

Potosi sokaklarına girdiğinizde, 4.800 metre yüksekliğindeki Cerro Rico –insan yiyen– dağını fark etmemeniz mümkün değildir. Etkileyici hacmi, kızıl ve çiçek bozuğunu andıran pütürlü yüzeyini dolaşan kamyon ve insan siluetleri, bir yandan dağı bozup bozup yeniden kurarken bir yandan da aşağıya değerli madenlerini taşır.

İşçilerin yoğunlukla yaşadığı bölge şehrin yukarı kısmıdır. Yaklaşık 6 bin madenci dağın tepesinin yakınlarına kurdukları çadırlarında, hâlâ tükenmemiş olan gümüş, bakır, çinko ve kurşun madenlerinin üzerinde uyurlar. Aletlerinin kabalığına rağmen birer zanaatkâr gibi çalışırlar. Onlarınki dünyanın en korkunç mesleklerinden biridir, yalnızca yorucu değil ölümcüldür de. Hiçbir güvenliği olmadığı için bir anda da ölebilirler, “Zengin Dağın” ağzında verdikleri her nefesle silikoza yaklaşarak zaman içinde de.

Kadınlar, dağın derinliklerinde iyi karşılanmaz. Ancak palliralar, yani vefat eden madencilerin eşleri, zaman zaman madenlere girip çıkan kamyonlardan düşen taşları toplayarak geçimlerini sağlama hakkına sahiptir. İşçilerle birlikte pazara gider, günlük ihtiyaçlarını, özellikle de o yükseklikte tüm gün çalışmak için elzem olan koka yapraklarını, nefes almaya yardımcı olan okaliptüslü sarma sigaralarını ve ağır çalışma koşullarına dayanabilmek için molalarda tükettikleri saf alkolü (96°) satın alırlar.

CEHENNEMİN KAPILARI  

Dışarıdaki ağır sıcaklara rağmen birkaç yüz metre sonra hava sıfırın altına düşer. Kimi yerlerde sarkıtlar yolculuğu zorlaştırırken, bazı yerlerde ise su dizlere kadar derinleşir ve işçilerin botlarına dolabilir. Diz üstünde ilerlemeye mecbur kalınan kısımlar gibi. Kask lambasının titreyen ışığından başka her şey kapkaranlık ve derin bir sessizlik halindedir. Bu sessizlik bir anda bir tondan fazla mineralli toprak taşıyan bir el arabasının gürültüsü ile bozulabilir. Tekerlekleri yıllar geçtikçe işlevini yitirdiği için genellikle sürüklene sürüklene götürülen el arabaları. Bu sürüme işlemi dikkat gerektirir, el arabasına yer açmak için kimi zaman duvarlara yapışarak ilerlenir.

İlerledikçe, sıcaklık bir anda 40 dereceyi bulur ve bu hızlı geçiş işkence çektirir. Zemin artık ıslak değil sıcaktan kavrulmuştur ve hava oksijensizlikten basmaya başlar. Her yeri toz kaplar; boğazı, ciğerleri ve gözleri. Birkaç on metre daha ilerleyerek yolun sonuna, uğultuların arasına karışmanız gerekir. Burada en zor işi yapanlar, yani sondajcılar çalışır; duvarları el yapımı dinamitlerle patlatırlar. En korkunç şartlarda, neredeyse çıplak biçimde çalışırlar. Kimileri cehennemin ilk katına, 240 metre aşağıya inerek vücutlarının ancak sığdığı tünellerden kafalarını çıkararak, haftalık ücretlerini karşılayacak kadar çinko, teneke ya da kurşun ararlar.

Yolculuğun dönüşü uzun sürer. Uzaklarda bir ışığın parıltısını gördüğünüzde, hayata döndüğünüzü düşünürsünüz. Güneş ışığını ve sıcaklığını paylaşırken, diğer minerolar içeri girmek için sıradadır. Nazik fakat yorgunluktan keskinleşmiş yüzlerine bakarken, on yıllar boyunca her günü bu cehennemde geçirmenin nasıl mümkün olduğunu düşünmekten kendinizi alamazsınız.

YARI-SÖMÜRGE EKONOMİ 

Son birkaç on yılda, Bolivyalı madencilerin sayısı dikkate değer bir biçimde azaldı. Şu an aktif çalışan nüfusun yalnızca yüzde 1,5’ini oluşturuyorlar. Fakat ülke ihracatının yüzde 25’ini oluşturuyorlar ve nakliyatında, makine inşasında ve ticaretinde toplam 300 bin kişi çalışıyor. Her ne kadar Bolivya dünyanın en büyük yedinci gümüş ve kurşun ihracatçısı olsa da ekonomisi hâlâ yeterli bir geçim yolu sunmuyor. Madencilerin yüzde 90’ı küçük kooperatiflere çalışsa da hâlâ kurşunun yüzde 85’ini, çinkonun yüzde 80’ini ve gümüşün yüzde 75’ini satın aldıkları için, sektör yabancı çokuluslu şirketlerin hâkimiyetinde.

Bu durum maden araştırmalarında herhangi bir gelişme de sağlamadı; bugün kullanılan madenlerin neredeyse hepsi sömürge dönemiyle tıpatıp aynı durumda. Altyapıda da herhangi bir değişiklik yok, mineraller hâlâ 1892 yılından kalma antik raylı sistem tarafından taşınıyor. Ulusal egemenliğin getirdiği ilerlemeler ise yeterli değil: Bolivya kurşun ve gümüşün yalnızca küçük bir kısmını arıtabiliyor, çinkoya ise dokunamıyor bile. Dolayısıyla yalnızca sektöre hâkim olan aynı çokuluslu şirketlerin merkezleri olan ülkelere hammadde ihracatı ile yetinmek zorunda kalıyorlar. Milyon dolarların kazanıldığı bir piyasada ancak metelikler geride kalıyor. Yabancı şirketler ise yalnızca yüzde 8 vergi ödüyor; geçmişte kamuya ait Comibol’un ödediği yüzde 56’dan çok daha aşağısını.

Bu gerçekliğin karşısında, doğaya verdiği zarar ve yenilenemeyen kaynakların gaspı düşünüldüğünde, Bolivya’nın kamulaştırma yoluna gideceğini umut ediyoruz. Yarı-sömürge ekonomisine son verebilmek ve onun yerine yerli toplulukların taleplerine saygılı, ekolojik olarak sürdürülebilir bir modernleşme sürecine geçebilmek için.

Categories
Journalism

Marx ve teknokrat hükümetlerin eleştirisi

İlgi duyduğu onlarca konunun yanında, Marx’ın teknokrasinin –siyasi partilerden bağımsız, sözde uzmanlar tarafından yönetilen hükümetler– eleştirisine de ilgi duyduğu çok bilinmez. Zamanının en kapsamlı günlük gazetelerinden New York Tribune yazarı olarak, tarihteki ilk teknokrat hükümete yol açan siyasal ve kurumsal gelişmeleri gözlemlemişti: 1852 yılının Aralık ayından 1855’in Ocak’ına kadar süren Aberdeen Kontu hükümeti.

Marx’ın konu hakkındaki değerlendirmeleri, gözlem kabiliyeti ve iğnemeleri ile öne çıkıyordu. Times, yaşanan gelişmeleri “parti ruhunun dünyayı terk ettiği ve dehanın, tecrübenin, sanayinin ve yurtseverliğin hükümet etmek için yegâne kabiliyetler olduğunun” işareti olarak kutluyordu. Londra merkezli gazete, “her fikirden insanın” yeni hükümetin ardında yürümeye çağırıyordu çünkü “hükümetin prensipleri evrensel uzlaşı ve dayanışmayı buyuruyordu.” Benzer argümanlar, geçtiğimiz yıllarda da eski bankacılar -Yunanistan’da Lucas Papademos ve İtalya’da Draghi- başbakan olduğunda da söylenmişti. Kutlamalar 1852 yılının Times gazetesindeki gibiydi. Tüm muhafazakâr ve liberal yayın organları, hatta ortanın solundakiler dahi ekonominin içinden gelen “kurtarıcıların” sol sağ ayrımı gütmeden “siyasete” karşı başlattığı kutlu savaşa katılmıştı. Bugün benzer bir anti-siyasi argüman, sağın yükselen iki aktörünü desteklemek için kullanılıyor: Javier Milei ve cumhuriyetçi Vivek Ramaswamy -Arjantin ve ABD’de gerçekleşecek başkanlık seçimlerinin adayları.

1853 tarihli Miadı Dolmuş Bir Yönetim: Koalisyon Hükümetinin Görünümü başlıklı makalesinde, Marx Times’in yaklaşımıyla alay ediyordu. Britanya gazetesinin son derece modern ve büyüleyici bulduğu şey, onun için düpedüz saçmalıktı. Times’in “tamamen yeni, genç ve gelecek vaat eden aktörlerden teşekkül bir hükümet” nitelemeleriyle Marx şu sözlerle eğleniyordu: “Dünya, Büyük Britanya tarihindeki yeni çağın, geçtiğimiz yüzyılın sonundan beri neredeyse her hükümetle çalışmış, tarihi geçmiş, hem yaştan hem de yorgunluktan iki kere ölmüş ve yapay bedenlerde yeniden diriltilmiş seksenlik bürokratlar tarafından açıldığını öğrendiğinde kesinlikle şaşkına dönecek.” Hükümet içindeki isimler kadar, ürettikleri politikalarla ilgili de eleştirileri vardı: “Bize parti savaşlarının ortadan kalkacağını vaat ettiler, hayır hatta partilerin bile.” diyordu Marx; “O zaman Times niye var?”

Bu soru, maalesef sermayenin emek üzerindeki hâkimiyetinin, en az 19. yüzyılda olduğu kadar vahşileştiği bugün için de son derece güncel. Kapitalizmi önceki üretim biçimlerinden farklı kılan, ekonomi ve siyaset arasındaki ayrım zirveye çıkmış durumda. Ekonomi yalnızca siyaseti domine etmekle kalmıyor, gündemini belirliyor, kararlarını şekillendiriyor, fakat yargısından ve demokratik denetiminden bağımsız kalıyor. Öyle ki artık hükümet değişse dahi ekonomi ve sosyal politikaların aynı kalabildiği örneklere tanıklık ediyoruz. Değişmez kanunlara dönüştürüldüler.

EKONOMİNİN ÇEHRESİNİ SİYASALLAŞTIRMA MANEVRASI 

Geçtiğimiz otuz yılda, karar alma gücü siyasetten piyasaya geçti. Parti politikası odaklı yasama biçimleri, apolitik uzmanlık maskesi altında son derece ideolojik, politik ve gerici nitelikteki ekonomik buyruklara dönüştü. Siyasetin bu aygıtlarının, değişimden azade bir alan olarak inşa edilen ekonomiye çekilmesi, bu çağın demokrasisinin karşısındaki en büyük tehdit. Asimetrik seçim yasalarıyla çoktan temsil yetkisini kaybetmiş, yasama ile yürütme arasındaki ilişkinin otorite yanlısı değişimlere uğradığı ulusal meclislerin iktidarları da “piyasaya” devredilmiş durumda. Standard & Poor’s derecelendirmeleri, Wall Street indeksi ve marj -günümüz toplumunun mega fetişleri- halkın iradesinin yanında mukayese edilemeyecek kadar fazla ağırlığa sahip. Siyasi iktidarlar ekonomiye en fazla “müdahale” edebilir (kimi dönemlerde egemen sınıflar kapitalizmin yıkıcı anarşisini ve şiddetli krizlerini yatıştırma ihtiyacı duyar) fakat onun kurallarını ve en temel tercihlerini sorgulayamaz.

“Teknokrasi” –ya da söylendiği üzere “en iyilerin hükümeti”, “en yeteneklilerin iktidarı”– kavramının yarattığı yanılsamanın ardında, siyasetin askıya alınması olduğunu görebiliriz. Bu fenomen, Avrupa’da birden fazla kez ortaya çıktı. Geçtiğimiz yıllarda, siyasi krizlerde hemen erken seçime gidilmemesi, yönetimin ekonomiye devredilmesi gerekliliği tartışıldı. Nisan 1853 tarihli, “Hükümetin başarıları” başlıklı makalesinde, Marx (teknokratik) koalisyon hükümetinin siyasette zayıflığı temsil ettiğini” yazıyordu. Hükümetler artık hangi ekonomik tercihlere yönelineceğini tartışmıyordu. Artık baskın ekonomik yönelimler hükümetleri doğuruyordu.

NEOLİBERAL DÜSTURA KARŞI  

Geçtiğimiz yıllarda, Avrupa’da neoliberal düstur, piyasaların “özgüveninin” geri getirebilmek için acele şekilde “yapısal reformlar” sürecine gidilmesi gerektiğini savunuyordu, bugün artık bu kavram, “toplumsal yok oluş” ile eşanlamda kullanılıyor. Bir başka deyişle, ücret kesintileri, işe alma ve çıkarmada işçilerin haklarının gaspedilmesi, emeklilik yaşının artırılması ve makro özelleştirmeler. Ekonomik krizlerin en büyük sorumluları olan ekonomi kuruluşlarından gelen aktörlerin başında olduğu bu yeni “teknokratik hükümetler” bu yolu takip ettiler; bunu “ülkenin iyiliği için” “gelecek nesillerin refahı için” yaptıklarını iddia ettiler. Dahası ekonomik baskılarla ve ana akım medyanın da yardımıyla, bu koroda uyumsuz ses çıkaranları susturmaya çalıştılar.

Eğer sol siyaset alanından kaybolmayacaksa, en acil ve güncel sorunlara yönelik radikal politikalar önerme cesaretine de sahip olmalı. Toplumsal dönüşüm ve zenginliğin bölüşümü konularında politika üretebilecek olan son kişiler teknokratlar. Ayrıca son derece de siyasiler, söylemeye gerek yok, tabii ki son derece muhafazakârlar.

Çevirmen: Yunus Emre Ceren 

Categories
Journalism

Birinci Enternasyonal ve güncel önemi

Kökenleri

1864’teki ilk toplantısının ardından İşçilerin Enternasyonal Birliğinin (daha bilinen ismiyle Birinci Enternasyonal) yarattığı heyecan çok hızlı şekilde Avrupa’nın tamamına yayıldı. Sınıf mücadelesini ortak bir amaç haline getirdi ve yüz binlerce kadın ve erkeğe sömürüye karşı mücadele ilhamı oldu. Enternasyonal sayesinde, işçiler kapitalist üretim ilişkilerinin mekanizmasına dair daha açık bir kavrayış geliştirirken, kendi güçlerinin daha fazlasına vardılar ve hakları için yeni ve daha ileri mücadele biçimleri geliştirdiler.

Kurulduğunda, Enternasyonal’in temel itici gücünü liderlerinin ağırlıkla ekonomik sorunlara yoğunlaştığı Britanya sendikacılığı oluşturuyordu. İşçilerin şartlarını düzeltmek için mücadele etmesine ediyorlardı fakat kapitalizmi sorunsallaştırmıyorlardı. Enternasyonali de öncelikle grev süreçlerinde başka ülkelerden işçi ithâlâtının önüne geçmek için kurdular. Enternasyonal içerisindeki en önemli ikinci grup ise uzun süredir Fransa’da baskın olan yararcılardı. Pierre-Joseph Proudhon’un teorileriyle hareket eden bu grup, işçi sınıfının siyaset içerisinde yer almasına da grevin bir mücadele aygıtı olmasına da karşıydı. Bir de komünistler vardı; ütopik fikirlerden ilham alan bir grup işçi ve belli belirsiz demokratik fikirleri olan sürgün aydınlar. Başlangıçta, Enternasyonal farklı siyasi geleneklerin bir arada bulunduğu, çoğunluğu devrimci değil reformist bir örgütlenmeydi.

Teoriler ve Mücadeleler

19. Yüzyılda 60’ların sonu ve 70’lerin başı Avrupa’da toplumsal çelişkilerin yaygınlaştığı bir dönemdi. Protesto eylemlerine dahil olan birçok işçi, Enternayonal ile iletişime geçiyor, örgütün şanı hızla yayılıyordu. 1866’dan itibaren grevler birçok ülkeye yayılarak yeni ve önemli bir mücadele biçiminin temeli haline geldi. Çelişkilerin çoğunda senaryo aynıydı: başka ülkelerde dost işçiler grevcilere destek için fon oluşturuyor ve kendilerini endüstriyel askerlere çevirecek çalışma şartlarını reddediyorlardı. Sonuç olarak, patronlar grevcilerin birçok talebini kabul etmek zorunda kalıyorlardı.

Farklı uluslardan, dillerden ve siyasi kültürlerden gelmenin yarattığı tüm sorunlara rağmen, Enternasyonal çok sayıda örgütlenmenin ve kendiliğinden mücadelelerin koordinasyonu ve birliğini sağlıyordu. En önemli başarısı ise sınıf dayanışmasının ve enternasyonal birliğin kritik önemini gösterebilmesi oldu.

Enternasyonal aynı zamanda emek hareketindeki en ünlü tartışmaların da ilk ev sahibi oldu. Bunlar içerisinde: sendikaların vazgeçilemez yararları; toprak ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması; seçimlere işçi sınıfının bağımsız partileriyle katılımı, kadınların özgürleştirilmesi ve savaşın kapitalist sistemin kaçınılmaz sonucu olarak kavramsallaştırılması vardı. Enternasyonal Avrupa dışına da yayıldı, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’ne.

Enternasyonalin en dikkate değer dönemi, Paris Komününün kuruluşuna rastladı. 1871’de Fransa-Prusya savaşının ardından, Parisli işçiler burjuva hükümetine karşı harekete geçip şehri ele geçirdiler. Dolayısıyla Enternasyonal bu fırtınanın merkezinde olduğu için de muazzam bir popülariteye sahip oldu. Tabii kapitalistler ve orta sınıflar için kurulu düzen karşısında büyük bir tehdit olarak görülürken, işçiler için sömürüsüz ve adil bir dünya umudunu besliyordu. Emek hareketi müthiş bir canlılık kazandı ve her yerde görünür oldu. Paris ayaklanması işçi hareketini alevlendirirerek, daha radikal tutum alma ve militanlaşmalarını sağladı.

Dolayısıyla Enternasyonalin baştaki kuruluşu, aynı temel misyonu gibi demode hale gelmişti. Artık görev Avrupa çapında grevler için kitlesel destek örgütlemek, sendikaların yararını, toprak ve üretim araçlarının kamulaştırılmasını anlatan kongreler düzenlemek değildi. Paris Komününden sonra, işçi hareketleri için asıl sorun, kapitalist üretim biçiminin sonlandırılması ve burjuva dünyasına ait kurumların yıkılması için nasıl örgütlenileceği idi.

Dün ve Bugün

Birinci Enternasyonalin öneminin yeniden keşfi çok farklı bir bağlamda oldu. O dönemin umutlarını kendi dönemimizin güvensizliklerinden ayıran boşluk, neoliberal rekabetçiliğin ve şirketleşmenin yarattığı ideolojik itaat ve bireycilik döneminde Enternasyonal çağının dayanışmacı ve sistemsiz ruhuna özlemi yarattı.

Emek dünyası dönemsel bir yenilgi yaşadı ve sol hâlâ derin bir krizin ortasında. Neoliberal politikalarla geçen uzun bir dönemin ardından işçilerin mücadele ettiği ve önemli kazanımlar elde ettiği sistem, 19. Yüzyıldakine benzer bir versiyonuna dönüştü. Geçmişteki ilerici anlamını kaybetmiş olan emek piyasası “reformları” her geçen yıl yeni “esneklikler” ve daha kolay son verme biçimleri icat ederek daha derin eşitsizlikler yarattı. Sovyet blokunun çökmesinin ardından birbirinden farklı büyük siyasal ve ekonomik dönüşümler üst üste geldi: küreselleşmenin yarattığı toplumsal değişimler, var olan üretim biçiminin çıktısı olan ekolojik felaketler ve varlıklı sömürücü azınlık ile yoksullaşmış çoğunluk arasındaki giderek büyüyen uçurum, kapitalizmin (2008’de başlayan) en büyük ekonomik krizlerinden birisi, ırkçılık ve şovenizm, COVID-19 pandemisi ve her yere yayılan savaş rüzgârları.

Böyle bir bağlamda sınıf dayanışması her zamankinden daha vazgeçilmez durumda. Marx’ın kendisi işçi sınıfının yerlisi ile göçmeniyle (ki daha fazla ayrımcılığa uğruyorlar) karşı karşıya gelmesi egemen sınıfların hâkimiyetinin en temel unsuru.

Toplumsal çelişkileri örgütlemenin yeni yolları, 150 yıl önceki formları şu an kullanamayacağımıza göre, siyasi partilerin ve sendikaların yeniden icat edilmesi ile mümkün. Fakat işçilerin sömürülenlerin ortak cephesinde örgütlenmediği sürece yenileceğine dair Enternasyonalin tarihsel dersi hâlâ geçerli. Bu olmadan, ufukta gözüken tek senaryo yoksulların kendi arasındaki savaş ve bireyler arasındaki dizginsiz rekabet.

 

Çeviren: Yusuf Tuna Koç

Categories
Journalism

Kapitalizmi anlamanın anahtarı

Yabancılaşma, 20. yüzyılın en önemli ve en çok tartışılan konularından biriydi ve Marx’ın kavramsallaştırması bunda kilit bir rol oynadı. Yine de tahmin edilenin aksine yabancılaşma teorisinin kendisi çizgisel bir ilerlemeyle gelişmedi, Marx’ın yabancılaşma kavramı üzerine düşüncelerini içeren, öncesinde bilinmeyen metinlerinin basılması teorinin dönüşümündeki önemli moment oldu ve bu şekilde küresel düzeyde popülerleşti.

1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmalarındaki “yabancılaşmış emek” kategorisiyle Marx yalnızca yabancılaşma sorununu felsefe din ve siyaset alanlarından meta üretiminin ekonomisine doğru genişletmemiş, aynı zamanda ekonomiyi diğerlerini anlamanın ve üstesinden gelmenin öncülü haline getirmişti. Fakat yine de 1844’teki kavramsallaştırma henüz 26 yaşında yazılmış, yabancılaşmanın başlangıç ve taslak seviyesinde bir teorizasyonuydu. 1850 ve 1860’lardaki ekonomi yazılarında ise Marx’ın yabancılaşma konusundaki fikirleri erken felsefi el yazmalarına kıyasla çok daha geniş kapsamlı ve detaylıdır.

YABANCILAŞMA KAVRAMININ UZUN YÖRÜNGESİ

Yabancılaşmanın sistematik olarak ilk tariflenişi Hegel’in Ruhun Fenomenolojisi (1807) eserinde, ruhun nesnellik boyutunda kendinden farklı bir şeye dönüşmesini açıklamak için Entrausserung (kendini dışsallaştırma) Entfremdung (yabancılaşma/uzaklaşma) ve Vergegenständlichung (nesne haline getirme) kavramlarını kullanmasıyla olmuştur.

Yabancılaşma felsefe dünyasında zamanla unutulmuş, 19. yüzyılın hiçbir önemli düşünürü bu kavrama dikkat vermemişti. Marx bile yaşadığı dönemde basılan eserlerinde kavramı nadiren kullanmış, yabancılaşma üzerine tartışmalar İkinci Enternasyonal dönemi Marksizminde kendine hiç yer bulamamıştı.

Fakat bu dönemde kimi düşünürler daha sonra yabancılaşma ile ilişkilendirilecek kavramlar geliştirdiler. Emile Durkheim Toplumsal İşbölümü ve İntihar eserlerinde toplumsal iş bölümünde sosyal uyumu güvence altına alan normların büyük bir genişleme sonucu krize girdiği anda ortaya çıkan fenomenleri açıklamak için geliştirdiği “anomi” (dışlanmışlık) kavramı bunun bir örneği. Max Weber, Ekonomi ve Toplum kitabında toplumdaki “bürokratikleşme” ve insan ilişkilerindeki “rasyonel hesaplama” fenomenlerini kapitalizmin temelleri olarak düşünmüştür. Fakat bu yazarlar insan ilişkilerinin engellenemez eğilimlerini tarif ettiklerini düşünüyorlardı ve bunun temelinde verili toplumsal ve siyasal düzeni geliştirme niyetiyle yönlendirilmiş fikirler vardı, var olanı başka bir taneyle değiştirmek değil.

Yabancılaşmanın yeniden keşfi, Gyorgy Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci eserinde, emek sürecinin insanı nesnel ve bağımsız bir şey olmaktan çıkararak dışsal, kendiliğinden yasalar içerisinde domine etmesi olgusunu açıklamak için “şeyleşme” kavramını geliştirmesiyle mümkün olmuştur. Kavramın yaygınlaşmasında belirleyici olan, 1932 yılında Marx’ın gençliğinde yazdığı 1844 El Yazmalarının ilk defa yayınlanması ile emek üretiminin emeğin karşısında “yabancı, üretenden bağımsız bir güç” haline gelmesi olgusunu açıklayan bir tanım olarak yabancılaşma kavramıyla karşılaşırız. Hegel’in aksine Marx için yabancılaşma nesneleştirme ile bağlantılandırılabilecek bir kavram değil, ekonominin belli bir formundaki özel bir olgudur: bu da ücretli emeğin ve emek ürününün üreticiye yabancı nesnelere dönüşüüdür. Hegel yabancılaşmayı emeğin ontolojik tezahürü olarak sunarken, Marx üretimin spesifik bir döneminin, kapitalizmin karakteristiği olarak düşündü.

İkinci dünya savaşından sonra yabancılaşma hem felsefede hem de anlatıya dayalı edebiyatta, Fransız varoluşçuların etkisiyle sık başvurulan bir tema haline geldi. Fakat bu dönemde insanın toplumdan kopuşunu, bireysellikle tecrübe dünyası arasında bir ayrımı, aşılamaz bir insanlık halini ifade ediyordu. Herbert Marcuse de yabancılaşmayı kapitalist üretim ilişkilerinin bir tezahürü olarak değil, nesnelleştirme olarak tanımlamıştı. Eros ve Uygarlık eserinde Marx ile arasına mesafe koyarak insanın kurtuluşunun ancak emeğin ilgasıyla -özgürleştirilmesiyle değil- ve sosyal ilişkilerde oyun ve libidonun olumlanmasıyla gerçekleşebileceğini savunuyordu.

YABANCILAŞMA KAVRAMININ KARŞI KONULAMAZ BÜYÜSÜ

Bir on yıl sonra kavram Kuzey Amerikan sosyolojisinin dağarcığına da girdi. Ana akım sosyologlar yabancılaşmayı toplumsal ilişkilerin değil, insanın bireysel bir sorunu olarak görüp tedavisinin merkezine de toplumu değiştirmeye dönük kolektif pratiği değil var olan düzene bireysel uyum sağlama kapasitesini koydular. Marksist gelenekte yabancılaşma kavramı kapitalist üretim biçimine dönük kimi keskin eleştirilere katkı verse de sosyolojideki kurumsallaştırması kavramı toplumsal normlara dönük bireysel bir uyum sorunu haline getirdi.
1960’larda ise yabancılaşma teorilerine ciddi bir rağbet başladı ve kavramın zamanın ruhunu mükemmel şekilde yansıttığı düşünüldü. Guy Debord’un Gösteri Toplumu yabancılaşma teorisini fikri üretimin eleştirisiyle bağdaştırdı: “‘ikinci endüstri devrimi’ ile yabancılaşmış tüketim kitleler için yabancılaşmış üretim kadar önemli bir görev haline geldi.” Fakat kavramın popülerleşmesi ve gelişigüzel kullanımı yoğun bir kavramsal belirsizlik yarattı. Birkaç yıl içerisinde yabancılaşma mutsuzluğun tüm spektrumlarına sirayet etmiş, her şeyi kuşattığı için de aşılamayacağı inancını üreten boş bir formüle dönüştü. Yabancılaşma teorilerine rağbet artarak, tüm dünyada konu üzerine yüzlerce kitap ve makale yazıldı. Kısaca bu bir yabancılaşma çağıydı. Farklı siyasi geleneklerden ve akademik disiplinlerden yazarlar yabancılaşmanın sebebi olarak metalaşmayı, aşırı uzmanlaşmayı, konformizmi, tüketiciliği, yeni teknolojilerden ötürü benlik yitimini ve hatta bireysel izolasyonu gösterdiler. Kuzey Amerikan akademi dünyasında tartışma daha paradoksal bir hal aldı, yabancılaşma kavramı hakiki bir bozulma yaşayarak başta karşısına aldığı toplumsal sınıfların savunucuları tarafından kullanılmaya başlandı.

MARX’A GÖRE YABANCILAŞMA

Marx’ın Grundrisse eserinin 1970’lerde popülerleşmesi ile yabancılaşma tartışmasının odağı Alman filozofun olgunlaşmış metinlerindeki kavramsallaştırmasına çekildi. Bu eserde, 1844 El Yazmalarındaki analizler yeniden fakat bu kez ekonomik kategorilerin daha kapsamlı bir kavrayışı ve daha keskin bir toplumsal analizle zenginleştirilerek ele alınıyor. Grundrisse’de Marx kapitalizmi şöyle tanımlıyordu: “Üretim süreçleri ve üretimlerin genel mübadelesi olarak tüm bireyler için hayati bir şarta dönüşürken aynı zamanda bu karşılıklı ilişki üreticilere yabancı görünen, kendiliğinden bir şeye dönüşüyor. Mübadele değerinde kişiler arasındaki toplumsal bağlantı şeyler arasındaki toplumsal ilişkiye dönüşürken; kişisel kabiliyet de nesnel zenginliğe dönüşüyor.” Erken dönem felsefi metinlere kıyasla bu ilerleme Kapital’in o ünlü bölümünde de gözlemlenebiliyor: “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”. Marx’a göre, kapitalist toplumlarda insanlar arasındaki ilişkiler “kişiler arasındaki doğrudan toplumsal ilişkiler olarak değil… fakat kişiler arasındaki maddi ilişkiler ve şeyler arasındaki toplumsal ilişkiler olarak tezahür eder.”

Tüm bu teorilerin yayılması yabancılaşma kavramının o dönem ana akım sosyoloji ve psikolojideki hegemonik versiyonundan farklı kavramsallaştırmaların yolunu açtı. Yabancılaşmanın pratik içerisinde üstesinden gelmeye, toplumsal hareketlerin partilerin ve sendikaların siyasi eylemi ile işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını değiştirmeye dönük bir kavramsallaştırma üretti. Marx’ın metinlerinin yayılması yalnızca yabancılaşmaya dair yeni çalışmalar için bütünlüklü bir teorik temel yaratmakla kalmadı, bu yıllarda tüm dünyada fışkıran siyasal ve toplumsal hareketler için anti kapitalist bir ideolojik zemin üretti. Yabancılaşma filozofların kitaplarından ve üniversite amfilerinden çıkarak emekçilerin mücadele alanlarına ve sokaklara taşındı, burjuva toplumun genel bir eleştirisine dönüştü.

Geçtiğimiz on yıllarda, emek dünyası dönemsel bir yenilgi yaşadı ve sol hâlâ derin bir kriz içerisinde. Neoliberalizm ile birlikte, birçok bakış açısından 19. yüzyıldakine benzer bir sömürü çağına girdik. Tabii ki Marx her güncel soruna cevap veremez fakat temel soruları saptayabilir. Piyasanın ve rekabetin domine ettiği bir toplumda Marx’ın yabancılaşmaya dair bugünle en alakalı fikirlerinin yeniden keşfi, hem geçmişi anlamak hem de kapitalizmin bugününün eleştirisini yapabilmek için zaruri eleştirel araçları sağlıyor.

Categories
Interviews

Sol, sokak ve parlamento: ‘Ehvenişer’ politikasını tavan arasına koymanın zamanı geldi

Daha az kötüyü seçmek ne kadar sık can sıkıcı bir tercih değil mi? Yine de bu tavra güzel isimler verenler de var: Mesela ‘stratejik derinlik’ diyor kimileri. Tabii sadece seçim kabininde yapılan tercihler değil, sizi temsil edenlerin yaptığı stratejik seçimler de bu ‘taktiğin’ bir parçası oluyor. Zamanla daha az kötüyü seçişler sıkça tekrarlanınca ehvenişerin ‘şer’ kısmı törpülenebiliyor.

Sol için de yeni bir tartışma değil. Toplumsal mücadeleler tarihinde ‘stratejik’ hamlelerle daha korkunç ihtimallerin önüne bazı taviz verilerek geçilmeye çalışılmış. Bazen başarısız da olsa en azından o amaçla hareket edilmiş. Fakat kimileri bu hamleleri bir alışkanlığa dönüştürmüş, neticede de benliğini kaybedip burjuva siyaset içerisinde eriyip gitmiş.

O halde ne yapmalı? Stratejik hamlelerden mahrum kalmak ve kendi dünyamıza hapsolmak mı lazım? Çıkıp “Bakın en saf biziz işte” diyebilmek mi marifet? Ya da adına ‘akılcılık’ deyip varlığımızı unutma pahasına bu taktikleri mi benimsemeli? Yoksa Marksist bir perspektifle günümüzün sapmalarına mesafe koymak mümkün mü? Tarih bize bu anlamda neler öğretebilir?

Ehvenişer politikalarının şiddetli sonuçlar doğurduğu İtalya örneğini geçtiğimiz haftalarda konuşmuştuk. Şimdi ise konunun çapını daha da genişleterek ele alacağız. Kanada-Toronto’daki York Üniversitesi’nde Sosyoloji profesörü Marcello Musto ile bir söyleşi yaptık. Marksist çalışmaların canlanması ve canlılığı üzerine çalışmalarıyla bilinen Musto ile Avrupa solunun ‘ehvenişer’ deneyimlerini konuştuk.

‘BİRLEŞİK CEPHE’ MESELESİ
Daha genel bir soruyla başlayalım. Uzun bir zamandır ‘daha az kötüyü’, ‘ehvenişeri’ seçme gündemi sol için bir tartışma konusu. Bunun farklı örnekleri var, 1930’larda faşizmin yükselişine karşı örgütlenen ‘halk cephesi’ deneyimleri ya da savaş sonrası dönemde zaman zaman komünistlerin liberal, sosyal-demokrat ve reformist güçlerle yaptıkları ittifaklar… Hal böyle olunca ‘daha az kötüyü seçme’ konusunda İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında farklı refleksler söz konusu mu?

Faşistlerin ya da gerici sağın zaferini önlemek üzere seçimlerde burjuva güçlerin adaylarını destekleme ya da reformistlerle/merkezdekilerle birleşik cephe kurma amacında olan politikanın ehvenişer taktiğine baktığımızda uzun bir geçmişe sahip olduğunu görüyoruz. Bu konuya verebileceğimiz en çarpıcı örnek, Nazizm’in yükselişi sırasında yaşandı: Bazısı önce, bazısı sonra olmak üzere tüm sol partiler, burjuva devlete eleştiriyi azaltarak Nazi-faşizmine karşı liberallerle güçlerini birleştirme kararı verdi. Ancak zaman içerisinde bu konjonktürel kararlar, hükümette kalma yönündeki uzun vadeli hedeflere dönüştü.

Bence iki türü birbirinden ayırmalıyız. Brezilya’da Bolsonaro, Türkiye’de Erdoğan örneklerinde olduğu gibi gerici devlet başkanlarının seçilmesini engellemek için akıllıca seçim koalisyonu niteliklerini oluşturanlar ve daha sonra seçimler bittiğinde yeniden bir muhalefet gücü olarak kalmaya devam edenler. Öte yandan, ‘ehven-i şer’ siyasetini, ilan ettiklerinin aksine, kesinlikle ekonomik veya siyasi programlar geliştirmemiş olan liberal hükümetlere dahil olmak için kullananlar. Maalesef Avrupa’daki radikal solun yakın tarihi, ikinci durumun pek çok örneğiyle dolu.

‘EHVENİŞER MANTIĞI, ORANTILI TEMSİLDEN YOKSUN SİSTEMLERE ÖZGÜDÜR’
Ehvenişer politikası dendiğinde sık sık İtalya örneği hatırlatılıyor. 1990’ların başında İtalya Komünist Partisi (PCI) bölündü. Bir taraf ‘kibarca’ komünist köklerini reddetti, diğer taraf ise (PRC) bir şekilde bu köklerine sahip çıktı. Ancak hikayenin sonunda PRC de (tıpkı 1990 öncesi PCI gibi) kendini ‘faşizmin yükseliş tehlikesine karşı’ tekrar ‘ehvenişer’ seçmek zorunda hissetti: En nihayetinde burjuva hükümete dışarıdan destek sundu ki bu hükümetin neoliberal politikaları ağır bir şekilde yürürlüğe koyuşu, dolaylı olarak PRC’yi de suça ortak etti. 2000’lerde de benzeri politikalara imza attılar. Bugün PRC’nın erimiş olmasını ve azalan desteğini böylesi stratejilere kolayca bağlayabilir miyiz?

İtalya örneği 1989 sonrası Avrupa solundaki pek çok gücün aynı şekilde yaşadığı yörünge sapması konusunun uç bir örneğidir. PCI’nın çoğunluğu, reformist solun ideolojik ve programsal olarak derin değişim yaşadığı bir anda Solun Demokratik Partisi’ni (PDS) kurdu ve Sosyalist Enternasyonal’e katıldı. Sosyal demokratik politikalar, bir dizi karşı reform üretip, Avrupa solunu aşındıran ‘üçüncü yol’ lehine kesin olarak terk edildi. [İngiltere’nin İşçi Partili Eski Başbakanı Tony] Blair, [Almanya’nın Sosyal-Demokrat Eski Şansölyesi Gerhard] Schröder, [Eski İtalya Başbakanı Romano] Prodi ve ortakları, sosyal harcamalarda derin kesintiler başlattı, emek ilişkilerini daha istikrarsız hale getirdi, ücret ‘moderasyonu’ politikaları uyguladı ve piyasalarla hizmetleri serbestleştirdi.

Ekonomik politikalar anlamında o dönem iktidarda olan sosyal demokrat ve muhafazakar hükümetler arasında minimal farklar hariç herhangi bir ayrım gözlemlemek çok zor. Aslında bakarsanız, birçok durumda merkez-sol, neoliberal projeyi hayata geçirmede daha bile etkiliydi. Çünkü ne de olsa sendikalar, emek hareketinin ‘dostu’ olan hükümetlerle müzakere ettikleri gibi hayali bir eski inancı takip ettiler. Hiçbir şey bundan daha yanlış olamazdı.

Pek çok durumda bu hükümetler aynı zamanda ‘radikal sol’ güçlerce de desteklendi. Bu neoliberal ajandaya rağmen pek çok komünist parti, sosyal-demokratik güçlerle ittifak yaptı -İster durumu daha da kötüleştirecek sağcı hükümetlerin ortaya çıkmasını engellemeye yönelik meşru bir kaygıyla, ister ‘stratejik oy’ mantığı tarafından cezalandırılma korkusuyla (‘ehvenişer’ mantığı, orantısal temsiliyet eksikliği olan seçim sistemlerine özgüdür). İtalya’da PRC ile yaşanan tek başına bir örnek değildi.

‘SOL HEP ACI REÇETEYE ZORLANDI’
Şu an İtalya’da solun durumuna baktığımızda geçmişe göre çok daha güçsüz olduğunu görüyoruz. Bölgesel olarak değerlendirdiğimizde dahi diğer Güney Avrupa ülkeleriyle arasında bu anlamda bir orantısızlık var mı? Elbette bunu tek bir nedene bağlamak güç. Ancak sizce mevcut durumun sebepleri neler?

Tüm Avrupa’da karşı konulmaz bir şekilde esen neoliberal rüzgar, sosyalist bir doğrultuda hükümetlerin eylemlerini şekillendirebilecek toplumsal hareketlerin eksikliğiyle birlikte, radikal sol partilerin açıkça hafife alınarak olumsuz olarak kümelenmesini temsil ediyordu. Bu senaryoda anti-kapitalist sol, temel ekonomik yönergelere karşı çıkan herhangi bir kayda değer kazanım elde etmeyi başaramadı: Başarabildikleri tek şey, ara sıra alınan bir cılız yatıştırıcı kadardı. Çoğunlukla acı reçeteyi kabul etmek zorunda kaldılar ve uzlaşılması olanaksız muhalefete, daha önceden vaat ettikleri önlemler için oy vermeye mecbur oldular. Sandıktan çıkan sonuç her yerde felaketti. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Fransız Komünist Partisi (PCF) yüzde 2’den daha az oy aldı ve bir sonraki yıl İspanya’da Sol Birlik (Izquierda Unida) yüzde 3.8 ile dibe vurdu. İtalya’da da Cumhuriyet tarihinde ilk kez Komünistler parlamento dışında kaldı, yüzde 3.1 gibi iç karartıcı bir orana ulaştı ve buna da ancak Gökkuşağı Sol çatısı altında varıldı.

‘YAŞANAN TAKTİK DEĞİL, GENETİK MUTASYON’
Sizin de vurguladığınız üzere bugün ‘ehvenişercilik’ artık dönemsel bir strateji olmaktan çok daha uzağa savrulmuş durumda. Konjonktürel değil, uzun vadeli bir tavır söz konusu. Mesela yine bahsini açtığımız İspanya üzerinden devam etmek gerekirse sol çatı örgütü Unidos Podemos ile geleneksel sosyal-demokrat parti PSOE, son seçimlerde bir koalisyon hükümeti kurdu. Unidos Podemos -ki içerisinde İspanya Komünist Partisi (PCE) de buluyor- koalisyona katılırken ‘sağın yükselişini engelleme’ yine gündemdeydi. Ancak burada solun görevini tartışmak gerekiyor belki de? Marksist bir örgütün görevi asli olarak milliyetçilerin-sağın yükselişini engellemek midir? Sadece buna sarılmak, bir şekilde solu içeriden felce uğratmaz mı?

Geçtiğimiz yıllarda İspanya’da ve Fransa’da heyecan uyandırıcı sosyal hareketler gelişti, solun güçleri yeniden kuvvetlendi. Bununla birlikte geçmişin hatalarını tekrarlıyorlar gibi görünüyor. Bunun en belirgin örneği, İspanya hükümetinin Başbakan Yardımcısı Yolanda Diaz (eski bir Unidos Podemos üyesi) tarafından kurulan Sumar. Yaklaşan seçimlerde başbakanlık için fazlasıyla basit ve ılımlı bir platformla [Sumar] yarışacak olan Diaz, acil çözüm bekleyen Ukrayna’daki savaş konusunda muğlak bir sessizliğe bürünmeyi tercih etti.

Tarih bize gösteriyor ki, ilerici güçler savaşa karşı çıkmadıkları zaman, varoluş sebeplerinin asli parçasını yitirirler ve sonunda karşı tarafın ideolojisini yutarlar. Ne zaman sol partiler hükümet içerisindeki varlıklarını siyasi eylemlerini ölçmenin ‘esas’ yolu olarak kabul ederse bu durum yaşanır. Tıpkı bazı İtalyan Komünistlerin, Kosova ve Afganistan’daki NATO müdahalelerini desteklerken yaptıkları gibi. Böylesi ikincil tutumlar geçmişte çok kez cezalandırıldı, buna fırsat doğar doğmaz alınan seçim sonuçları da dahil. Bulunduğumuz noktada artık taktiksel kararların karşısında değiliz; biz genetik bir mutasyonun içindeyiz. Bu da anti-kapitalist ufkunu tamamen terk etmiş solun yeni (ve çok hafif) bir versiyonudur.

‘SOKAK’ İLE ‘PARLAMENTO’ ARASINDA YOLU BULMAK
Bir tarafta militan işçi sınıfı hareketlerine olan inancını yitirenler var, diğer tarafta ise neoliberalizmin vahşileşmesiyle birlikte işçi hareketinin militan mücadelesi için gittikçe sağlamlaşan zemin var. Belki Avrupa için bile bunu söyleyebiliriz. Bu anlamda sizce sol için sokak ile parlamento arasındaki ilişki nasıl olabilir?

Kıtasal anlamda, gerçek bir alternatif ancak geniş bir sosyal hareket yeni bir anti-kapitalist ajandayı dayatma yeteneğine sahipse düşünülebilir. Bu da ancak radikal sol, daha büyük bir kararlılık ve tutarlılıkla çeşitli siyasi kampanyalar ve ulusötesi seferberlikler geliştirirse gerçekleşebilir. Bunlar, savaşın ve yabancı düşmanlığının reddedilmesiyle (Avrupa topraklarına gelen göçmenlere vatandaşlık ve sosyal hakların eksiksiz genişletilmesi desteğiyle) ve iklim felaketini durdurmakla başlamalıdır.

Alternatif siyaset kestirme yollara izin vermez. Yeni siyasi örgütler inşa etmek gerekiyor. Solun bunlara 20. yüzyılda olduğu kadar ihtiyacı var. Çalışma alanlarında yaygın olarak bulunan örgütler; işçilerin ve alt sınıfların mücadelelerini -hiçbir zaman bu kadar parçalı olmadığı bir zamanda- birleştirmeye çalışan örgütler; organizasyon içi yapıları toplumsal dışlanma ve yoksulluktan doğan dramatik sorunlara acil yanıtlar üretebilen bir örgüt (genel iyileştirmeler için yasamadan bile önce). Sol, işçi hareketinin diğer tarihsel dönemlerde uyguladığı toplumsal direniş ve dayanışma biçimlerinden yeniden yararlanırsa, bahsettiğimiz yaratımın gerçekleşmesine de yardımcı olacaktır. Yeni önceliklerin de tanımlanması gerekiyor, özellikle gerçek bir cinsiyet eşitliği ve genç üyelerin kapsamlı bir siyasal eğitimi anlamında. Demokrasinin teknokratik organizmalarca rehin alındığı bir çağda bu tür çalışmaların kutup yıldızı, tabandan katılımın teşvik edilmesi ve toplumsal mücadelelerin geliştirilmesidir. Radikal solun olayların gidişatını gerçekten değiştirmeye talip olabilecek yegane girişimlerinin önünde tek bir yol var: Maastricht Antlaşması[1] ile başlatılan politikalara karşı kitlesel muhalefetin ufkunu açabilecek yeni toplumsal bloğu örgütlemek ve böylece günümüz Avrupa’sında hakim olan ekonomik yaklaşımları kökten değiştirmek.

Sözün özü, neoliberal merkez-sol hükümetlerin sağ kanat güçlere yol açmak dışında bir şey yapmadığı Avrupa’da, (demokrasi kesin bir tehlikeyle karşılaştığında kullanılan bir seçim taktiği olarak değil, istikrarlı bir siyasi ittifak olarak tasarlanan) ‘ehvenişer’ politikasını tavan arasına koymanın zamanı geldi…

NOTLAR:

[1] 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması ile Avrupa Birliği’nin ekonomik birliği para politikalarının temeli netleştirildi.

Categories
Journalism

Karl Marx için Yabancılaşma, Kapitalizmi Anlamanın Merkezindeydi

Karl Marx’ın yabancılaşma üzerine yazıları 1930’larda ilk kez yayınlandıklarından bu yana sosyal ve felsefi düşünce alanlarında radikal bir mihenk taşı işlevi gördü. Ardından takipçiler, çekişmeler ve tartışmalar yarattı. 1844 El Yazmaları’nda, Marx ilk önce yabancılaşmış emek kavramını geliştirdi, sonrasında; onu, maddi üretimin ekonomik alanına yerleştirmek için mevcut felsefi, dini ve politik yabancılaşma kavramlarının ötesine geçti. Bu çığır açan bir hamleydi. Yabancılaşma, Marx’ın asla bırakmadığı bir kavramdı ve önümüzdeki on yıllarda teorisini iyileştirmeye ve geliştirmeye devam edecekti.

Yabancılaşma konusunda düşünürler, çoğunlukla, Marx’ın ilk yazılarından yararlanmaya devam etseler de, aslında sonraki çalışmalarında Marx, yabancılaşmanın daha eksiksiz, daha gelişmiş bir açıklamasını ve teorisini sunmuştur. Grundrisse’nin (1857-58) defterlerinde ve Kapital‘in (1867) hazırlık niteliğindeki elyazmalarında, Marx, kapitalizm altındaki toplumsal ilişkiler analizinde tarihsel olarak temellenen bir yabancılaşma anlayışı sunar. Marx’ın teorisinin bu tarafı şimdiye kadar yeterince takdir edilmediyse de, olgun Marx’ın yabancılaşma ile ne demek istediğini anlamanın anahtarı olmaya devam ediyor – ve bugün, içinde yaşadığımız aşırı sömürücü ekonomik ve sosyal sistemi dönüştürmek için ihtiyaç duyulacak kavramsal araçları sağlamaya yardımcı oluyor.

Uzun Bir Yörünge

Yabancılaşmanın ilk sistematik açıklaması, Entausserung (“kendini dışsallaştırma”), Entfremdung (“yabancılaşma”) ve Vergegenständlichung (“bir nesneye dönüştürmek”) gibi tinin nesnellik aleminde kendisinden başka hale gelmesini betimlemek için kullanılan terimlerin yer aldığı, Hegel’in yazdığı Tinin Görüngübilimi’nde yapılmıştır.

Yabancılaşma kavramı, Hegelci solun yazılarında belirgin bir şekilde yer almaya devam etti ve Ludwig Feuerbach, insanın kendi özünün hayali bir tanrıya yansımasını tanımladığı Hristiyanlığın özü‘nde (1841) bir dini yabancılaşma teorisi geliştirdi. Ancak yabancılaşma kavramı daha sonra felsefi düşünceden kayboldu ve on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının büyük düşünürlerinden hiçbiri ona büyük bir ilgi göstermedi. Marx bile, yaşamı boyunca yayınlanan çalışmalarında bu terimi nadiren kullandı ve İkinci Enternasyonal Marksizminde (1889-1914) yabancılaşma tartışması özellikle yoktu.

Marx’ın yabancılaşmış emek kavramı, mevcut felsefi, dini ve politik yabancılaşma kavramlarının ötesine geçerek onu maddi üretimin ekonomik alanına oturttu.

Ancak bu dönemde, birçok düşünür daha sonra yabancılaşma ile ilişkilendirilecek kavramlar geliştirdi. Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü (1893) ve İntihar (1897) adlı yapıtlarında, toplumsal uyumu garanti eden normların, işbölümünün büyük bir genişlemesini takiben krize düştüğü bir dizi fenomeni belirtmek için “anomi” terimini kullandı. Üretim sürecindeki büyük değişikliklerle ilişkili toplumsal ayaklanma, Alman sosyologlarının düşüncesinin de temelini oluşturuyor. Georg Simmel, Paranın Felsefesi‘nde (1900), sosyal kurumların bireyler üzerindeki egemenliğine ve insan ilişkilerindeki artan duygusuzluğa, gayri insaniliğe (impersonality) büyük önem verdi. Max Weber, Ekonomi ve Toplum‘da (1922), insan ilişkilerinde “bürokratikleşme” ve “rasyonel hesaplama” fenomenlerini kapitalizmin özü olarak kabul ederek üzerinde durdu. Ancak bu yazarlar, insan ilişkilerinin durdurulamaz eğilimlerini tarif ettiklerini düşündüler ve düşünceleri genellikle mevcut sosyal ve politik düzeni iyileştirme arzusuyla beslendi – kesinlikle mevcut düzen yerine bir farklısını getirmekle değil.

Marksist bir yabancılaşma teorisine dönüş, büyük ölçüde, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde (1923) emek faaliyetlerinin, insanlarla nesnel ve bağımsız bir şey olarak karşı karşıya geldiği ve onlara harici özerk yasalar aracılığıyla hükmeden fenomeni tanımlamak için “nesneleşme” (Versachlichung) terimini sunan György Lukács sayesinde gerçekleşti. 1844 El Yazmaları nihayet 1932’de Almanca olarak ortaya çıktığında, Marx’ın gençliğine ait ve şimdiye kadar yayınlanmamış bu metin, tüm dünyada dalga yarattı. Marx’ın yabancılaşma kavramı, işçinin karşısına çıkan emek ürününü, “yabancı bir şey gibi, üreticiden bağımsız bir güç” sözleriyle tanımlıyordu. Burjuva toplumunda işçinin yabancılaşmasının dört yolunu sıraladı: (1) “kendi üzerinde gücü olan yabancı bir nesne” haline gelen emeğinin ürünüyle; (2) “kendisine yönelik” olarak algıladığı ve sanki “kendisine ait değilmiş” gibi görünen çalışma faaliyetiyle; (3) “kendisine yabancı bir varlığa” dönüştürülen “insanın ulu amacı (species-being)” tarafından; son olarak (4) diğer insanlar tarafından ve “emekleri ve emeklerinin nesnesi” yoluyla.

Marx için, Hegel’in aksine, yabancılaşma nesneleştirmeyle değil, kesin bir ekonomi biçimindeki belirli bir fenomenle, yani ücretli emek ve emek ürünlerinin üreticilere karşı duran nesnelere dönüştürülmesiyle sınırdaştı. Hegel yabancılaşmayı emeğin ontolojik bir tezahürü olarak sunarken, Marx onu belirli bir üretim çağının, kapitalizmin özelliği olarak kavradı.

Yirminci yüzyılın başlarında, temel olarak Marx’tan ayrılan yazarların çoğu, yabancılaşmayı yaşamın evrensel bir yönü olarak gördüler. Varlık ve Zaman‘da (1927), Martin Heidegger yabancılaşmaya tamamen felsefi terimlerle yaklaştı. Yabancılaşma fenomenolojisi için kullandığı kategori “düşmüşlük” [Verfallen], yani insan varoluşunun kendisini çevreleyen dünyanın gerçeksizliğinde kaybetme eğilimiydi. Heidegger, bu düşmüşlüğü “belki de insan kültürünün daha ileri aşamalarının kendilerini kurtarabileceği kötü ve içler acısı bir özellik” olarak değil, daha çok “dünyada varlığın varoluşsal bir tarzı”, tarihin temel boyutunun bir parçasını oluşturan bir gerçeklik olarak görüyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yabancılaşma, Fransız varoluşçuluğunun etkisi altında hem felsefede hem de edebiyatta tekrarlanan bir tema haline geldi. Ama toplumdaki insanın yaygın bir hoşnutsuzluğuyla, insan bireyselliği ile deneyim dünyası arasındaki bir bölünmeyle, aşılmaz bir insanlık durumuyla özdeşleştirildi. Çoğu varoluşçu filozof, yabancılaşma için toplumsal bir köken önermedi, ancak onu, tüm “olgusallık”la (Sovyet deneyiminin başarısızlığı böyle bir görüşü destekledi) ve insan ötekiliğiyle kaçınılmaz olarak derinden bağlı gördü. Marx, kapitalist üretim ilişkilerinde insanın boyun eğdirilmesine yönelik bir eleştirinin geliştirilmesine yardımcı olmuştu. Varoluşçular, tersine, Marx’ın çalışmalarının kendi yaklaşımları için yararlı olduğunu düşündükleri kısımlarını özümsemeye çalıştılar; ancak bunları, herhangi bir spesifik tarihsel açıklama içermeyen, yalnızca felsefi bir tartışmada kullandılar.

Yirminci yüzyılın başlarında Marx’tan uzaklaşarak, yabancılaşmayı ele alan çoğu yazar, onu yaşamın evrensel bir yönü olarak gördü.

Varoluşçular gibi Herbert Marcuse için de yabancılaşma, kapitalizmdeki belirli bir koşuldan ziyade nesneleşmeyle (objectification) ilişkilendirildi. Eros and Civilization’da(1955), insanın özgürleşmesinin ancak emeğin ortadan kaldırılmasıyla -serbest bırakılmasıyla değil- ve toplumsal ilişkilerde libido ve oyunun olumlanmasıyla sağlanabileceğini öne sürerek Marx’tan uzaklaştı. Marcuse nihayetinde kapitalist üretim ilişkilerine, yabancılaşmayı bağlayan tarihsel özgüllüğü görmeyerek, genel olarak teknolojik egemenliğe karşı çıktı. Ayrıca, toplumsal değişim üzerine olan düşünceleri; işçi sınıfını, sistemin savunmasında faaliyet gösterenler arasına sık sık dahil edecek kadar kötümserdi.

Yabancılaşma Teorilerinin Dayanılmazlığı

Marcuse’un müdahalesinden on yıl sonra, yabancılaşma terimi Kuzey Amerika sosyolojisi sözlüğüne girdi. Ana akım sosyoloji, yabancılaşmayı toplumsal ilişkilerin değil, bireysel insanın bir sorunu olarak ele aldı ve çözüm için arayışlar, toplumu değiştirmek için kolektif uygulamalardan ziyade bireylerin mevcut düzene uyum sağlama kapasitesine odaklandı. Yaklaşımdaki bu büyük değişiklik, nihayetinde tarihsel-toplumsal faktörlerin analizinin seviyesini düşürdü. Marksist gelenekte, yabancılaşma kavramı kapitalist üretim tarzının en keskin eleştirilerinden bazılarına katkıda bulunmuşken, sosyoloji alanında kurumsallaşması onu toplumsal normlara bireysel uyumsuzluk olgusuna indirgemiştir. Bu yorumlar, bazı sosyologlar için pozitif bir fenomen, yaratıcılığı ifade etmenin bir aracı haline gelen – insanın çalışma faaliyeti ile ilgili karmaşık bir fenomen olmaktan çok uzak olan – yabancılaşma söyleminin teorik olarak yoksullaşmasına neden olmuştur. Bu şekliyle yabancılaşma, neredeyse anlamsız olacak şekilde seyreltildi.

“Sosyoloji alanında yabancılaşmanın kurumsallaşması, onu sosyal normlara bireysel uyumsuzluk olgusuna indirdi.”

Aynı dönemde, yabancılaşma kategorisi, Erich Fromm’un Marksizme bir köprü kurmaya çalışmak için kullandığı psikanalize girdi. Ancak Fromm için vurgu öznellik üzerindeydi ve Sağlıklı Toplum’da (1955) “bireyin kendisini yabancı olarak deneyimlediği bir deneyim modu” olarak özetlenen yabancılaşma kavramı, bireye çok dar bir şekilde odaklandı. Fromm’un Marx’ın kavramına ilişkin açıklaması, kendisini yalnızca 1844 El Yazmaları‘na dayandırdı ve yabancılaşmış emeğin Marx’ın düşüncesindeki rolünü bir kenara bıraktı. Bu boşluk, Fromm’un nesnel yabancılaşmaya (emek sürecinde ve emek ürünüyle ilgili olarak işçinin yabancılaşmasına) gereken ağırlığı vermesini engelledi.

1960’larda yabancılaşma teorileri moda oldu ve bu kavram çağın ruhunu mükemmel ifade ediyor gibi gözüküyordu. Guy Debord’un Gösteri Toplumu‘nda (1967), yabancılaşma teorisi maddi olmayan üretimin eleştirisiyle bağlantılıydı: “‘ikinci sanayi devrimi’ ile yabancılaşmış tüketim, yabancılaşmış üretim kadar kitleler için bir görev haline geldi.” Tüketim Toplumu’nda (1970), Jean Baudrillard kendini üretimin merkeziliğine ilişkin Marksist odaktan uzaklaştırdı ve tüketimi, modern toplumda birincil unsur olarak tanımladı. Reklamların ve kamuoyu yoklamalarının artması, “tüketim çağında” ve “radikal yabancılaşma”da sahte ihtiyaçlar ve kitlesel fikir birliği yaratmıştı.

Bununla birlikte, terimin yaygınlaşması, ayrım gözetmeksizin uygulanmasıyla birlikte, derin bir kavramsal belirsizlik yarattı. Birkaç yıl içinde, yabancılaşma, insan mutsuzluğu yelpazesindeki hemen hemen her şeyi belirtmek için dönüştürülmüştü; o kadar kapsayıcı hale gelmişti ki, asla değiştirilemeyeceği inancını yarattı.

Dünyada konuyla ilgili yüzlerce kitap ve makalenin yayınlanmasıyla birlikte çağ, yabancılaşma çağı haline gelmişti. Çeşitli siyasi geçmişlerden ve akademik disiplinlerden yazarlar bunun nedenlerini metalaştırma, aşırı uzmanlaşma, anomi, bürokratikleşme, konformizm, tüketimcilik, yeni teknolojiler arasında benlik duygusunun kaybı, kişisel izolasyon, ilgisizlik, sosyal veya etnik marjinalleşme ve çevre kirliliği olarak tanımladılar. Tartışma, yabancılaşma kavramının gerçek bir çarpıtmaya uğradığı ve uzun süredir kendisine yöneltilen toplumsal sınıfların savunucuları tarafından kullanıldığı Kuzey Amerika akademik bağlamında daha da paradoksal hale geldi.

Marx’a Göre Yabancılaşma

1857-58’de yazılan Grundrisse, 1939’a kadar Almanya’da bile yayınlanmamasına rağmen, Marx’ın yabancılaşma temasına ilişkin en iyi açıklamasını sunar. Metin, 1973’teki İngilizce baskısı da dahil olmak üzere, 1960’ların sonundan itibaren Avrupa ve Asya dillerine çevrildiğinde, akademisyenler dikkatlerinin çoğunu Marx’ın geç dönem yazılarındaki yabancılaşmayı kavramsallaştırma biçimine odaklandılar. Grundrisse’deki açıklamalar 1844 Elyazmaları’nda işlenen analizlerle benzerlik taşıyordu ancak ekonomik kategoriler çok daha iyi anlaşıldı ve titiz bir sosyal analizle zenginleştirilmişti. Grundrisse’de, Marx yabancılaşma terimini birden fazla kez kullandı ve kapitalizmde:

Her birey için hayati bir koşul haline gelen faaliyetlerin ve ürünlerin genel takası -karşılıklı bağlantıları- onlara yabancı ve kendiliğinden otonom bir şey olarak görünür. Takas değeri olarak kişiler arasındaki sosyal bağ, nesneler arasındaki sosyal ilişkiye; kişisel kapasite, nesnel zenginliğe dönüşür.

iddiasını savundu. Grundrisse, Marx’ın geç döneminde ele aldığı ve yabancılaşma temasını öne çıkararak işlediği tek tamamlanmamış metni değildi. Yazılmasından beş yıl sonra, Kapital, Cilt 1: Kitap 1, Bölüm VI, yayınlanmamış (1863-64), yabancılaşmanın ekonomik ve politik analizlerini daha yakından bir araya getirdi. “Kapitalistin işçi üzerindeki egemenliği,” diye yazmıştı Marx, “nesnelerin insanlar üzerindeki, ölü emeğin yaşayanlar üzerindeki, ürünün üretici üzerindeki egemenliğidir.” Kapitalist toplumda, “emeğin toplumsal üretkenliğinin sermayenin maddi niteliklerine aktarılması” sayesinde, gerçek bir “nesnelerin kişileştirilmesi ve kişilerin nesneleştirilmesi” söz konusudur ve bu durum “emeğin maddi koşullarının işçiye tabi olduğu değil işçinin bunlara tabi olduğu” görüntüsünü yaratır.

Marx, Kapital’in “Metanın Fetişizmi ve Sırrı” adlı ünlü bölümünde, erken dönem felsefi yazılarında sağlanandan çok daha ayrıntılı benzer bir açıklama yapmıştır. Marx’a göre, kapitalist toplumda insanlar arasındaki ilişkiler, “kişiler arasındaki doğrudan sosyal ilişkiler” olarak görülmektense “kişiler arasındaki maddi ilişkiler ve neneler arsındaki sosyal ilişkiler” olarak görülür. Bu fenomen, onun “emeğin ürünlerine meta olarak üretildikleri anda kendilerini bağlayan ve bu nedenle meta üretiminden ayrılamaz olan fetişizm” dediği şeydir. Meta fetişizmi, erken dönem yazılarında işlediği yabancılaşmanın yerini almamıştır. Marx’a göre, burjuva toplumunda insani nitelikler ve ilişkiler, nesneler arasındaki niteliklere ve ilişkilere dönüşür. Lukács’ın nesneleştirme olarak adlandırdığı bu teori, bu fenomeni insan ilişkileri açısından resmederken, fetişizm kavramı bunu metalara ilişkin olarak ele aldı.

“Marx’a göre, burjuva toplumunda insani nitelikler ve ilişkiler, nesneler arasındaki niteliklere ve ilişkilere dönüşür.”

Marx’ın yabancılaşma üzerine geç dönem yazılarının yayılması ana akım sosyoloji ve psikolojinin bu fenomeni kavramsallıştırma şeklinden uzaklaşımanın yolunu açtı. Marx’ın yabancılaşma açıklaması, pratikte bunun üstesinden gelinmesine – toplumsal hareketlerin, partilerin ve sendikaların işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını değiştirmeye yönelik siyasi eylemine – yönelikti. Bu nedenle, 1930’larda 1844 Elyazmaları’ndan sonra, Marx’ın yabancılaşma üzerine yazılarının ikinci nesli olarak düşünülebilecek olanlarının yayımlanması yalnızca yeni yabancılaşma çalışmaları için tutarlı bir teorik temel sağlamakla kalmayıp her şeyden önce o yıllarda dünyada patlak veren olağanüstü siyasi ve toplumsal hareketler için anti-kapitalist ideolojik bir platform işlevi gördü. Yabancılaşma, filozofların kitaplarının ve üniversite konferans salonlarının ötesine geçti. Sokaklara ve işçi mücadelelerinin alanına girdi ve genel olarak burjuva toplumunun bir eleştirisi haline geldi.

1980’lerden bu yana emek dünyası çığır açan bir yenilgiye uğradı, küresel ekonomik sistem her zamankinden daha sömürücü durumda ve Sol hala derin bir krizin ortasında. Elbette, Marx modern dünyanın birçok sorusuna yanıt veremez, ancak temel soruları saptayabilir. Günümüzde, serbest piyasanın ve bireyler arasındaki rekabetin egemen olduğu bir toplumda, Marx’ın yabancılaşma açıklaması, kapitalizmi hem anlamak hem de eleştirmek için vazgeçilmez bir eleştirel araç sağlamaya devam ediyor.

Çeviri: Baran Yalçınkaya & Rona Şenol

Categories
Journalism

Wallerstein: Marx’ı Kendisinden Okuyun Başkalarından Değil

30 yıldır neoliberal ideoloji ve politikaları dünyada genelinde tartışmasız şekilde baskın. Bununla beraber, 2008 ekonomik krizi, toplumdaki derin eşitsizlik, küresel ölçekte Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki ekonomik uçurum, aciliyetle çözülmeyi bekleyen ekolojik sorunlar birçok bilim insanı, ekonomik analist ve politikacıyı kapitalizmin geleceğini tekrardan tartışmaya ve bir alternatif arayışına itti.

Bu bağlamda, neredeyse dünyanın her yerinde, 5 mayıs 1818 doğumlu Marx’ın 200. doğum günü vesilesiyle “Marx’ın dirilişi” söz konusu. Geçmişte Marksist-Leninist dogmatizmle haksızca ilişkilendirilen ve sonrasında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla alelacele “kovulan” bir yazarın hakkı iade ediliyor.

Marx’a dönüşü anlamak için elzem olan kapitalizmin mantığını ve dinamiklerini anlamaktır. Onun çalışmaları aynı zamanda kapitalizmin yerine konulan diğer üretim şekillerinin neden başarısız olduğuna dair titiz bir kaynak sunuyor. Önceki başarısızlıkların açıklaması güncel alternatif arayışları için önemli.

***

Immanuel Wallerstein, Yale Üniversitesi’nde kıdemli araştırma görevlisi, yaşayan en büyük sosyologlardan ve Marx’ı tartışmak için en uygun bilim insanlarından biri.

Wallerstein çok uzun zamandır bir Marx okuru ve onun devrimci teorilerinden etkilenmiş biri. Wallerstein 30’dan daha fazla kitabın yazarı, kitapları birçok dile çevrilmiş. Çok bilinen kitabı The Modern World-System (Modern Dünya Sistemi)1974 ve 2011 arasında 4 ciltte yayımlandı.

Kanada York Üniversitesi’nden Marcello Musto, Wallerstein ile Marx üzerine konuştu.

Profesör Wallerstein, “gerçekten varolan sosyalizm”in yok oluşunun üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen Karl Marx’ın günümüz dünyasını açıklamadaki becerisi devam ediyor, yayınlar, tartışmalar Marx’ı konu alıyor. Bu şaşırtıcı mı? Sizce Marx’ın fikirleri kapitalizme alternatif arayanlar için geçerliliğini koruyor mu?

Marx’la ilgili eski bir hikaye anlatılır: onu ön kapıdan kovarsınız ve arka camdan tekrar girer. Bir kez daha bu oldu. Marx geçerliliğini koruyor çünkü bugün çözmeye çalıştığımız sorunlar Marx’ın daha önce değindiği konulardı. Bir başka sebep ise Marx’ın diğer yazarlara göre savlarının çok farklı olması. Ben de dahil olmak üzere birçok köşe yazarı ve bilim insanı Marx’ı çok faydalı buluyor. 1989’daki tahminlerin aksine bugünlerde yeni bir popülerliğe sahip.

Berlin Duvarı’nın yıkılışı Marx’ı, kendisinin toplum anlayışına çok az uyan bir ideolojiden kurtardı. Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından ortaya çıkan siyasi ortam Marx’ı bir devlet aygıtının sembolü olmaktan kurtardı. Marx’ın dünyayı yorumunun hangi kısmı ilgi çekmeye devam ediyor?

Bana göre insanlar Marx’ın dünya görüşünü “sınıf mücadelesi” bağlamında ele alıyor. Marx’ı güncel olayların ışığında okuduğumda sınıf mücadelesi bana göre Küresel Sol olarak adlandırdığım, dünya nüfusunun gelir düzeyine bakımından alttaki yüzde 80’ine denk gelen insanları, nüfusun belki de yüzde 1’ine denk gelen Küresel Sağ’a karşı temsil etme çabasını anlatıyor. Mücadele diğer yüzde 19 için veriliyor. Bu kesimi kendi tarafına çekmek için çabalanıyor.

Dünya sisteminin yapısal krizler yaşadığı bir dönemde yaşıyoruz. Mevcut kapitalist düzen ayakta kalamayacak fakat kimse yerine neyin konulacağını kesin olarak bilemiyor. Ben iki ihtimalin olduğuna ikna oldum: biri “Davos Ruhu”. World Economic Forum of Davos (Dünya Ekonomik Forumu Davos)’un amacı sosyal hiyerarşi, sömürü ve en önemlisi sermayenin tek elde toplanması gibi kapitalizmin en kötü özelliklerini kurumsallaştıran bir sistem yaratmak.

Alternatifi ise daha demokratik ve eşitlikçi olması gereken bir sistem. Sınıf mücadelesi, gelecekte kapitalizmin yerine gelecek sistemi etkilemek adına yapılan bir girişim.

Sizin orta sınıfla ilgili düşünceniz bana Antonio Gramsci’nin “egemenlik” fikrini hatırlatıyor ama bence burada önemli olan aynı zamanda kitlelerin -bahsettiğiniz yüzde 80- siyasete dahil olma noktasında nasıl motive edileceği. Bu durum, dünya nüfusunun çoğunun yaşadığı ve geçtiğimiz on yıllarda eşitsizliğin artmasına rağmen buna karşı hareketlerin eskilerine nispeten güçsüz olduğu küresel Güney’de daha da aciliyet arz ediyor. Bu bölgelerde neoliberal küreselleşme karşıtlığı kökten dinciliğe ve yabancı düşmanı partilere destek olarak kanalize ediliyor. Bu olayı Avrupa’da da artarak görüyoruz.

Soru şu: Marx bize yeni senaryoyu anlamada yardımcı olur mu? Son dönemlerde yayımlanan çalışmalarda sizin deyiminizle “arka cam”ın açılmasına katkıda bulunacak yeni Marx yorumları yapılıyor. Kapitalist toplumun çelişkilerini anlatırken sermaye-işçi çatışmasının ötesinde daha farklı alanlarda çalışmasını genişleten bir Marx ortaya çıktı. Aslında, Marx çalışmalarının çoğunu Avrupalı olmayan toplumlar ve kapitalizmde sömürgeciliğin az gelişmiş ülkelerdeki yıkıcı rolü konularında yaptı. Marx’ın sosyalizm anlayışını üretim güçlerinin gelişimiyle bir tutan yaygın inanışın aksine Marx’ın çalışmalarında birinci planda olan ekolojik sorunlardı.

Son olarak Marx, bilim insanlarının çoğunun onunla ilgili konuşurken görmezden geldikleri birçok konuya ilgiliydi. Bunların arasında teknolojinin potansiyeli, milliyetçilik eleştirisi, devlet kontrolü olmaksızın toplu mülkiyet sahipliği arayışı, modern toplumda bireysel özgürlüğe duyulan ihtiyaç gibi temelinde günümüz konularını ilgilendiren konular var. Marx’ın bu yeni ortaya çıkan ve ona olan ilgiyi önümüzdeki yıllarda da süreceğini varsaymanıza neden olan yeni yönleri dışında, Marx’ın en çok bilinen ve size göre bugün tekrar üstünde düşünülmeye değer bulduğunuz fikirleri neler?

İlk olarak, Marx kapitalizmin toplumun doğal düzeni olmadığına dair en iyi açıklamayı yaptı. The Poverty of Philosophy (Felsefenin Sefaleti) kitabını sadece 29 yaşındayken yayımladı ve kapitalist ilişkilerin “zamandan bağımsız doğa kuralları” olduğunu savunan burjuva politik ekonomistleriyle dalga geçti. Marx buna karşılık ilgili “ feodalizm çağı kurumlarından beri burjuva toplumununkinden farklı üretim ilişkilerinin olduğunu” yazdıysa da ekonomistler kapitalizmi “doğal ve ebedi” olarak tanımlamaya devam ettiler. Historical Capitalism (Tarihi Kapitalizm) adlı kitabımda ana akım siyasi ekonomistlerin muğlak ve belirsiz fikirlerine karşı çıkarak kapitalizmin tarihte ortaya çıktığını savundum. Birçok kez tarihi kapitalizmle bağı olmayan bir kapitalizmin var olmadığını savundum. Benim için bu, bu kadar basit ve bunu büyük bir oranda Marx’a borçluyuz.

İkincisi, “ilkel birikim”in altını çizmek istiyorum.  Bahsettiğim kavram köylü sınıfının topraklarını kaybetmesini ve bunun kapitalizmde oynadığı rolle ilgili. Marx bunun burjuva sınıfının egemenliğinin kuruluşunda kilit rol oynadığını çok iyi anlamıştı. Kapitalizmin başında bu vardı ve hala da var.

Son olarak, “kişisel mülkiyet ve komünizm” konusunda daha derinlemesine düşünülmesini isterdim. Sovyetler Birliği’nde kurulan sistemde, özellikle Stalin döneminde, devlet mülkiyetlerin sahibiydi fakat bu halkın baskıya uğramasını ya da sömürülmesini engellemedi. Stalin’in yaptığı gibi, bir ülkede sosyalizmi konuşmak o döneme kadar Marx dahil kimsenin aklında yoktu.

Üretim araçlarının kamu mülkiyeti altında olması bir ihtimal. Üretim araçları ayrıca toplu olarak insanlar tarafından da sahiplenilebilir. Fakat eğer daha iyi bir toplum kurmak istiyorsak kimin üretimi yaptığı ve üretim fazlalığının kim tarafından alındığını bilmemiz gerekir. Bunun kapitalizmle karşılaştırıldığında tamamen yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Benim için kilit soru bu.

2018 yılı Marx’ın 200. doğum günü ve bu yüzden yeni kitaplar ve filmler ona ithaf ediliyor. Marx’ın hayatında özellikle ilginç bulduğunuz bir dönem var mı?

Marx oldukça zor bir hayat sürdü. Ciddi anlamda fakirlikle mücadele etmek zorundaydı ve Friedrich Engels gibi kendisine yardım edecek bir yoldaşa sahip olduğu için şanslıydı. Duygusal hayatı da kolay değildi ve hayatının çalışmasını ısrarla sürdürmesi, yani kapitalizmin çalışma prensiplerini anlamaya çabası takdire değer. Marx eski çağları açıklamak ya da gelecekteki sosyalizmin nasıl olacağını tanımlamak istemedi. Kendine verdiği görevler bunlar değildi. İçinde yaşadığı kapitalist dünyayı anlamak istedi.

Tüm hayatı boyunca, Marx Londra’daki British Museum’un kitapları arasında kendini izole etmiş bir bilim insanı değil, her zaman dönemindeki mücadelelere katılan militan bir devrimciydi. Aktivizmi sebebiyle gençliğinde Fransa, Belçika ve Almanya’dan sürgün edildi. Ayrıca 1848 devrimleri başarısız olduğunda İngiltere’ye sürgün edildi. Gazeteleri, dergileri destekledi ve elinden gelen her şekilde işçi hareketlerine destek verdi. Sonrasında, 1864 – 1872 yılları arasında “International Working Men’s Association” (Birinci Enternasyonel/Uluslararası Emekçiler Birliği) isimli çalışan sınıfın ilk uluslararası örgütünün liderliğini yaptı. Bu süreç içinde 1871’de tarihte ilk sosyalist deneme olarak geçen Paris Komünü’nün savundu.

Evet, bu doğru. Marx’ın militanlığını hatırlamak önemli. Senin de Workers Unite! (İşçiler Birleşin!) adlı kitabında belirttiğin gibi Birinci Enternasyonel’de fiziksel olarak birbirlerinden uzak insanların bulunduğu bir örgütte, kolay iletişim mekanizmalarının olmadığı bir zamanda Marx’ın olağandışı bir rolü vardı. Marx’ın siyasi aktiviteleri arasında gazetecilik de vardı. Daha büyük kitlelere ulaşmak için hayatının çoğunda gazeteciliği sürdürdü.

Bir gelir elde etmek için gazetecilik yaptı ama siyasi aktivite olarak katkılarını gördü. Tarafsız olmak gibi bir anlayışı yoktu. Her zaman kendini adamış bir gazeteciydi.

2017 yılında, Rus Devrimi’nin 100. yılı sebebiyle bazı araştırmacılar Marx ve onun 20. yüzyılda iktidarda olan kendi stillerini yaratan takipçileri arasında karşılaştırma yaptılar. Marx ve onlar arasındaki en büyük fark nedir?

Marx’ın yazıları onun düşüncelerinin basit yorumlarına göre aydınlatıcı, çözümü zor ve değişiktir. Marx’ın şu ünlü çıkışını unutmamak gerekir: “Eğer bu Marksizm ise kesin olan şu ki ben Marksist değilim”.

Marx, fikirlerini kesin biçimde empoze etmeye çalışanların aksine dünyanın gerçekleriyle baş etmeye hazırdı. Sık sık fikir değiştirirdi. Yaşadığı dünyada gördüğü problemleri sürekli olarak çözme arayışındaydı. Bu yüzden hala yararlı ve kullanışlı bir kılavuz.

Son olarak, Marx’ı tanımayan genç kuşağa ne söylemek istersiniz?

İlk olarak, onu okumaları gerektiğini söylemeliyim. Onunla ilgili şeyler okumayın, bizzat Marx’ın yazdıklarını okuyun. Onunla ilgili konuşan çok az insan aslında Marx’ı okumuştur. Aynısı Adam Smith için de geçerlidir. Genellikle insanlar bu klasiklerle ilgili yayınlar okurlar.

Başka insanların yaptığı özetler üzerinden onlarla ilgili bilgilenirler. Böylece zamandan tasarruf etmeye çalışırlar fakat aslında bu şekilde yapılan okumalar zaman kaybıdır. İnsanlar enteresan karakterler hakkında okuma yapmalıdır ve şüphe yok ki Marx 19. ve 20. yüzyılın en ilgi çekici bilginlerinden biridir. Ne yazdığı konuların çeşitliliği ne de analizlerinin kalitesi bakımından eşi yoktur. Yani genç nesillere mesajım Marx’ın keşfedilmeye fazlasıyla değer olduğudur fakat kesinlikle onu, onu, onu okuyun. Karl Marx’ı okuyun!

Wallerstein ve Musto kimdir?

Immanuel Wallerstein: Sosyolog, 1976’dan bu yana New York Binghamton Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü, Fernand Braudel Ekonomi, Tarihsel Sistemler ve Uygarlık Araştırmaları Merkezi müdürü. Temel yapıtı niteliğindeki Modern Dünya Sistemi adlı kitabını üç cilt halinde 1974, 1980 ve 1989 yıllarında yayımladı ve sosyal bilimlerde verimli bir damarın ortaya çıkmasına yol açtı. “Dünya sistemleri analizi” olarak bilinen bu anlayış ve çalışma tarzı mevcut kapitalizm analizlerine geniş bir bakış açısı ve tarihsellik boyutu getirdi.1968’de Columbia Üniversitesi’ndeki reform hareketinde etkindi. 1971’de Montreal’de McGill Üniversitesi’ndeydi. 1955-1970 döneminde başlıca araştırma alanı Afrika’ydı. 1961’de Africa: the Politics of Independence adlı çalışması, 1967’de ise Africa: the Politics of Unity adlı çalışması yayımlandı.

1994-98 döneminde Uluslararası Sosyoloji Derneği başkanıydı. 1930 New York doğumlu.

Türkçedeki eserleri

Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık (Metis, 1992), Irk Ulus Sınıf (Étienne Balibar ile birlikte, Metis, 1993), Jeopolitik ve Jeokültür (İz, 1993), Sistem Karşıtı Hareketler (Giovanni Arrighi, Terence K. Hopkins ile birlikte, Metis, 1995), Liberalizmden Sonra (Metis,1998), Sosyal Bilimleri Düşünmemek (Avesta, 1999), Geçiş Çağı, Dünya Sisteminin Yörüngesi, 1945-2025 (Hopkins ile birlikte, Avesta, 2000), Bildiğimiz Dünyanın Sonu (Metis, 2000),Güncel Yorumlar (Aram, 2001), Ütopistik ya da 21. Yüzyılın Tarihsel Seçimleri (Avesta, 2001), Amerikan Gücünün Gerileyişi (Metis, 2004),Dünya Sistemleri Analizi: Bir Giriş (Aram, 2004), Modern Dünya Sistemi 1, 2 (Bakış, 2004, 2005), Avrupa Evrenselciliği (Aram, 2007). Kapitalizmin Geleceği Var mı? (Randall Collins, Michael Mann, Georgi Derluguian, Craig Calhoun ile birlikte, Metis 2014) iwallerstein.com

Marcello Musto Toronto – Kanada York Üniversitesi’nde Siyaset Teorisi profesörü. Karl Marx’ın Grundrisse (Routledge, 2008) adlı kitabın edisyonunu yaptı. Bugün için Marx (Routledge, 2012); İşçiler Birleşin! (Bloomsbury, 2014) ve Bir Başka Marx (Bloomsbury, 2018) kitapların yazarı. 1976 İtalya, Napoli doğumlu. marcellomusto.org

Categories
Journal Articles

Karl Marx’ın yeniden keşfi

Çok az insan dünyayı Karl Marx’ın sarstığı kadar sarstı.
Sessiz sedasız öldükten sonra, ünü tarihte eşi benzeri görülmemiş şekilde hemen dalga dalga yayıldı. İsmi kısa sürede Detroit ve Chicago’daki işçilerin, Kalküta’daki ilk Hintli sosyalistlerin ağızlarındaydı. Devrim sonrası Moskova’da, Bolşeviklerin kongresinin arka fonunda onun resmi asılıydı. Avrupa’dan Şangay’a siyasi örgütlerin ve sendikaların programlarını, tüzüklerini onun düşünceleri etkiledi.
Fikirleri felsefeyi, tarihi ve iktisadı geri dönülemez şekilde değiştirdi. Fakat kuramları benimsense de, yirminci yüzyılda insanlığın azımsanamaz bir kısmı için hakim ideoloji ve devlet doktrinleri haline geldiler; yazıları geniş coğrafyalara yayılsa da çalışmalarının bugün hala toplu ve bilimsel bir baskısı yok. Bu kader, tarihin büyük düşünürleri arasında sadece Marx’ı buldu.
Bu özel durumun nedeni büyük ölçüde Marx’ın oeuevre’si [i]. Yayımlanan eserleri (çoğunu zamanının en önemli gazetelerinden New-York Tribune’ne 1848-1862 arasında yazdığı makaleleri saymazsak), kısmen tamamlanan eserlerine ve yaptığı araştırmalara kıyasla daha az. Ömrünün son yıllarında, 1881’de, Karl Kautsky tüm eserlerinin toplu basımını düşünüp düşünmediğini sorduğunda şöyle cevap vermişti Marx: “Öncelikle o eserlerin yazılıp bitirilmesi gerekiyor ama”. [1]
Marx ardında basılanlardan çok daha fazla elyazması bıraktı. Genel kanının aksine, oeuvre’si parçalı, kimi zaman çelişkiliydi; ve bu özellikleri ouevre’sinin özel niteliğinin tamamlanmışlığının (incompleteness) kanıtı. Çok zor yöntemi ve acımasız özelleştirileri, başladığı birçok işin sonunu getirememesine neden oldu… Yoksulluk ve sürekli hastalık tüm ömrü boyunca yakasını bırakmadı… Yıllar içinde dinmeyen bilme arzusu onu sürekli yeni çalışmalara sürükledi… Ve ömrünün sonuna doğru tarihin karmaşıklığını kuramsal bir projenin içinde ele almanın zorluğunun farkına vardı… İşte tüm bunlar, tamamlanmamışlığı tüm entelektüel üretimi ve yaşamı boyunca yoldaşı ve düşmanı yaptı. Devasa planının sadece bir kısmını tamamlayabildi. Kesintisiz entelektüel çabaları edebi bir başarısızlıkla sonuçlandı. Fakat bu başarısızlık onun çabalarını daha az öz önemli, entelektüel çıkarımlarını daha dar kapsamlı yapmaz. [2]
Marx’ın Nachlass’ının [ii] parçalı karakterine ve kendisini takiben yaratılacak toplumsal doktrine özünde karşı çıkmasına rağmen, bitmemiş çalışmaları altüst edildi ve yeni bir sistem, “Marksizm” doğdu.

MARX VE MARKSİZM: TAMAMLANMAMIŞLIK VE SİSTEMİTİZASYON
Karl Marx’ın 1883’deki ölümünün ardından Friedrich Engels arkadaşının bıraktığı mirası yayıma hazırlama işine girişti. Materyalin dağınıklığı, Marx’ın kullandığı dilin kapalı olması ve elyazısının okunaksız oluşu bu işi oldukça zorlaştırıyordu. Özgün materyallerden seçki yapılıp bunların yeniden duzenlenmesi, düzenlenmemiş ve tamamlanmamış metinlerin yayıma hazırlanması ve Marx’in bilinen eserlerinin tekrar basılması ve çevrilmesi üzerine yoğunlaştı Engels.
Engels 1888’de yayımlanan eseri Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’na ek olarak ve 1991’de yayımlanan Gotha Programının Eleştirisi’ne koyduğu Feurbach Üzerine Tezler gibi istisnalar dışında, büyük oranda Marx’ın ölümünden önce sadece ilk cildi basılan Kapital’in yayıma hazırlanması üzerinde çalıştı. On yıldan uzun süren bu çalışmanın ardındakı gaye “tamamlanmış bir çalışma kadar bütünlüklü” [3] bir eser ortaya çıkartmaktı. Kapital’in ikinci ve üçüncü cildi üzerindeki bu editöryel iş sürecinde Marx’ın özgün elyazmalarının kaynağını ve gelişimini yeniden düzenlemenin ötesine geçti. Engels’in amacı, herbiri tamamlanmışlıktan çok uzak versiyonlardan yaptığı seçki temelinde (ayrıca zaten ortada birbirinden çok farklı versiyonlar bulunmaktaydı) bütünlüklü, yekpare bir çalışma ortaya çıkartmaktı. Dolayısıyla kitabın ciltlerini yayıncılara tamamiyle düzenlenmiş ve bitirilmiş bir halde gönderdi.
Engels, daha önceki çalışmalarıyla kuramsal sistemitizasyon sürecine doğrudan katkıda bulunmuştu zaten. 1879’da yayımlanan ve Engels tarafından “Marx’la mücadelesini verdigimiz diyalektik yöntemin ve komünist dünya görüşünün az çok tamamlanmış bir sunumu” [4] olarak nitelediği Anti-Dühring, “Marksizm”in bir sisteme dönüşüp, zamanında yaygın olan eklektik sosyalizmden ayrışmasında çok önemli bir referans noktasıydı. Ütopyadan Bilime Sosyalizm daha büyük önem taşıyordu: İlk kez 1880’de basılan ve önceki çalışmanın üç bölümünün sadeleştirilmiş hali olan bu kitap, neredeyse Komünist Parti Manisfestosu’nun ulaştığı kadar başarıya ulaştı.
Açık bir polemik içinde, geniş kitlelere ulaşmak için yapılan bu tür bir sadeleştirme ile bir kuşak sonraki Alman sosyal demokrasisinin benimsediği türden bir sadeleştirme ve basitleştirici ansiklopedik sentezler arasında elbette ciddi farklar vardı. Fakat Engels’in doğa bilimlerine merakının, sosyal Darvinciligin evrimselci kavramsallaştırmalarına kapıyı araladığı ve daha sonra tüm bu tür kavramsallaştırmaların işçi hareketleri tarafından da benimsendiği söylenebilir.
Marx’ın düşüncesi kimi zaman belirlenimciliğin cazibelerine kapılsa da eleştirel ve açıktı; bu haliyle ondokuzuncu yüzyıl Avrupasının kültürel ortamıyla çatışıyordu. Başta Darvincilik olmak üzere sistemik kavramsallaştırmalarla kuşatılmış bir kültürel ortamdı bu. Yeni doğmuş Marksizm, Darvinciliğe cevap verebilmeyi hedeflerken, Kautsky’nin editörlüğünü yaptığı Die Neue Zeit’ın sayfalarında erkenden ortodoksiye dönüştü ve Darvinizmle kaynaştı.
Marx’ın çalışmalarının bir sisteme dönüştürülmesini sağlayan etmenleri tespit etmek için bu sistemin yayılma şekillerine bakabiliriz. Sentez kitapçıkları ve kısmi özetler bu süreçte başrolü oynadılar. Ayrıca, metinlerin siyasi amaçlarla kullanılması metinlerin içeriğine tesir etti; yazılarının ilk basımları editörlerin revizyonlarıyla basıldı. Marx’dan arda kalanın ne olduğu konusundaki belirsizlik hali, bazı yazılarına giderek artan şekilde uygulanan sansürlerle bütünleşti. Marx’ın düşüncesini yaymak için önemli olan el kitapçıkları elbette etkili propaganda araçlarıydılar; fakat bu kitapçıklar Marx’ın kavramsallaştırmalarının belli bir ölçüde değiştirilmesine yol açtılar. Proletarya partisinin pratik ihtiyaçlarına cevap verebilmeleri için dağıtılan eserler, pozitivizmle yoğruldular. Özgün materyal çevirilerde kuramsal olarak fakirleştirilmiş ve kabalaştırılmış metinlere dönüştürüldü [5] , tanınamaz hale getirildi. Sonunda, Marx’in bu metinleri Kritik’den Weltanschauung [iii] ’a dönüşdü.
Bu süreç içinde şematik bir doktrin olan İkinci Enternasyonal dönemi Marksizmi şekillendi (1889-1914); iktisadi belirlenimcilige basitleştirici evrimci yorum katıldı. Tarihin kendiliğinden ilerici bir akışı olduğu ve bu yüzden kapitalizmin sosyalizmle ikame olacağına dair esnek olmayan ama naif bir inancin rehberliğindeki Marksizm mevcut gelişmeleri yorumlayamadı; devrimci praksisin yerine varolan düzenin bekasını savunan bir tür kaderci dingincilik üretildi. [6] Bu doktrin Marx’ın daha ilk eserinde yazdıklarıyla çelişmekteydi: “tarih hiçbir şey yapmaz[…] ‘tarih’ insanı kendi amaçları doğrultusunda kullanan başka bir insan değildir; tarih, insanın kendi amaçları doğrultusundaki eyleminden başka bir şey değildir.” [7]
Kriz teorisinin [Zusammenbruchstheorie] ve burjuva kapitalist toplumunun sonunun yaklaştığı tezinin (bu tezin en yaygin ifadesi 1873’ü takip eden sonra yirmi yıl boyunca büyük bunalıma yaklaşıldığı görüşüdür) bilimsel sosyalizmin temel özü olduğu söylendi. Marx’ın kapitalizmin dinamik esaslarını tarif etmeyi ve kapitalizm içindeki gelişme eğilimlerini nitelemeyi amaçlayan görüşleri, [8] genel geçerliliği olan tarihsel yasalardan tarihsel gidişatın hatta belli ayrıntı olayların çıkarsanabileceği görüşüne dönüştürüldü.
Kapitalizmin içsel çelişkileri yüzünden can çekiştiği ve kendiliğinden yıkılma yolunda olduğu fikri, ilk tamamiyle “Marksist” siyasi platform olan 1871 tarihli Erfurt Programı’nın kuramsal yaklaşımlarında ve Kautsky’nin açıklamalarındaki hakim görüştü. Şöyle diyordu Kautsky: “Engellenemez ekonomik gelişme, doğa yasalarının bir sonucu olarak kapitalist üretim biçiminin iflasına yol açacaktır. Şimdikinin yerine yeni bir toplumsal form yaratmak arzulanan bir şey olmaktan çıkmış kaçınılmaz hale gelmiştir artık.” [9] Bu ifade zamanında yaygın olan algının en açık ve önemli göstergesidir. Bu açıdan Kautsky kendisini en çok etkileyen adamın görüşlerinden çok uzağa düşmüştür.
Sosyalizmi kaçınılmaz değil bir ihtimal olarak gören, bu bağlamda yaygın yorumdan farklılaşan Eduard Bernstein bile Marx’ı yanlış okumuştur. Zamanın yanlış ve cihazcı (enstrümentalist) okumalarından bir farkı olmayan bu yorum, büyük ses getiren Bernstein Tartışması (Bernstein-Debatte) aracılığıyla bu tür bir Marx okumasını yaygınlaştırmıştır.
Yirminci yüzyılda Marx’ın düşüncesinin yaygınlaşmasında büyük rol oynayan Rus Marksizmi, bu kaba sistemitizasyonu izleyip daha da güçlendirmiştir. Rus Marksizminin öncülerinden Georgii Plekhanov “Marksizm bütünlüklü bir dünya kavrayışıdır” [10] diyor, basite indirgeyen tekçilikle (monizm) iktisadi düzenlemelerin aynı zamanda üstyapıyı dönüştüreceğini iddia ediyordu. 1909 tarihli Materyalizm ve Ampirokritisizm adlı kitabında V. I. Lenin ise materyalizmi “doğanın nesnel yasalarının ve bu yasaların bireyin zihnine aşağı yukarı aslına uygun olarak yansımasının tespiti” [11] olarak tanımlıyordu. Yani, insanlığın iradesi ve bilinci “kaçınılmaz ve zorunlu” [12] olarak doğanın gerekliliklerine uymak zorundaydı. Bir kez daha, pozitivist paradigma zaferini ilan etmiş oluyordu.
Sert ideolojik çekişmelere rağmen İkinci Enternasyonal’in karakteristik özelliği olan kuramsal öğeler Üçüncü Enternasyonal’in kültürel ortamına taşındı. Bu süreklilik Nikolai Bukharin’in 1921 yılında basılan Tarihsel Materyalizm Kuramı’nda tüm açıklığıyla görülebilir. Şöyle yazıyordu Bukharin: “Doğa ve toplumun belirli bir düzenliliği, sabit bir yasası vardır. Bu doğal kanunun belirlenimi bilimin öncelikli görevidir.” [13] Sadece üretici güçlerin gelişimine odaklanan bu toplumsal belirlemeciliğin sonucunda “eylemleriyle toplumu etkileyen çeşitli etmenlerin varlığı toplumsal evrimin yegane yasasıyla çelişmez” [14] diyen bir doktrin ortaya çıktı.
Antonio Gramsci bu kavramsallaştırmaya karşı çıktı: “Araştırma sorunsalını yasalara; sabit, düzenli ve tekdüze düzleme indirgemek; çocukça ve naif bir kavrayış içinde yer alan tarihsel süreci öngörebilmek gibi pratik bir problemi, tartışmaya yer bırakmayacak şekilde çözme ihtiyacıyla ilintilidir.” [15] Marx’ın praksis felsefesini kaba sosyolojiye, “bir dünya kavrayışını tarihi cebinin içinde tutan mekanik bir formüle” [16] indirgenmesine itiraz eden Gramsci, Bukharin’in metninin ötesine geçerek daha sonra öngörülmez bir biçimde Sovyetler Birliği’nde hakim olacak genel bir yönelimi karşı durdu.
Marksist-Leninizm’in kuruluşuyla Marx’ın düşüncesinin yozlaşması en açık ifadesini buldu. Kuram, eyleme yönlendirme işlevinden yoksunlaştırılarak a posteriori meşrulaştırma aracına dönüştürüldü. Çıkmaz sokağa “Diamat” (Diyalaektik Materyalizm – Dialekticeskij materializm) ile, “Marksist-Leninist partinin dünya görüşü” [17] ile girildi. J. V. Stalin’in 1938 tarihli Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm adlı geniş kitlelere ulaşan kitapçığı bu doktrinin temel öğelerini yerleştirdi. Stalin, ortak yaşam “toplumsal gelişmenin zaruri yasalarıyla” yönetilir, bunlar ”tamamiyle gözlemlenebilir” yasalardan oluşur; ve “toplumun zaruri gelişimi ifadesini toplumun tarihi olarak bulur ve toplumun tarihini çalışmak bir bilimdir” diyordu. Bunun anlamı ise “toplumsal yaşamın tüm karmaşıklığına rağmen toplum tarihi bilimi, tıpkı biyoloji gibi bir bilimdir; toplumun gelişim yasalarını pratiğe uygulamak için kullanılır” demek, dolayısıyla “proleterya partisinin görevi eylemi bu yasalarla temellendirmektir” [18] diyebilmekti. “Bilimsel” ve “bilim” kavramlarının yanlış kullanımının ne raddeye ulaştığı burada açıkça görülüyor. Titiz ve tutarlı kriterlerle temellenen Marx’ın yönteminin bilimselliği, içinde çelişkilere yer olmayan doğa bilimlerinin yöntemiyle ikame edildi. Sonuç olarak, tarihsel yasaların doğa yasaları gibi insanın iradasinden bağımsız işlediğini savunan tarihsel yasaların nesnelliğine dair bir tür batıl inanç ortaya çıktı.
Bu ideolojik ilmihalin yanında, en katı ve sıkı haliyle bir dogmatizm kendine geniş bir alan bulabildi. Marksist-Leninist ortodoksinin uyguladığ bükülmez tekcilik, Marx’ın yazdıklarını saptırdı. Şüphesiz, sovyet devrimiyle Marksizm’in o zamana dek dışlandığı coğrafyalara ve toplumsal sınıflara yayılma ve oralarda dolaşma imkanı bulmuştu Marx. Fakat dolaşımdaki metinler, Marx’ın kendi yazdıklarından ziyade çoğunlukla partinin kitapçıkları, el kitapları ve “Marksist” antolojilerdi. Marx’ın bazı metinlerine uygulanan sansür artarken, bazı metinleri bölük pörçük edildi, değiştirildi. Örneğin ekstrapolasyon pratikleriyle çeşitli alıntılar belli bir amaca hizmet edecek şekilde bir araya getirildi. Tüm bunlar, önceden alınmış kararlara göre gerçekleştiriliyor, haydut Procustes’in kurbanların uyguladığına benzer bir yöntem kullanılıyordu: Eğer metinler çok uzunsa kısaltılıyor, çok kısalarsa uzatılıyordu.
Düşüncenin yayımlanması ve şematize edilmemesi; yaygınlaştırılması ve kuramsal olarak fakirleştirilmemesi arasındaki ilişki elbette çok zor bir meselelerdi. Özellikle, Marx’ın eleştirel ve kasten sistemik olmayan düşüncesi söz konusuyken… Fakat ne olursa olsun, herhalde Marx’ın başına daha kötü bir şey gelemezdi.
Çeşitli siyasi ihtiyaçları görmek için farklı perspektifler tarafından çarpıtılıp asimile edilen Marx, bu perspektifler adına yerildi. Kuramı eleştirellikten çıkartılıp İncil’deki özlü sözler gibi kullanıldı. Bu tür tefsirlerden aklın ucundan zor geçecek bir paradoks doğdu: Marx’ın “gelecekteki lokantalar için yemek tarifi yazmama” [19] uyarısına aldırış edilmedi ve yeni bir toplumsal sistemin gayri-meşru babası haline geldi Marx. Titiz bir eleştirmen ve ulaştığı sonuçlarla asla tatmin olmayan bir düşünür en inatçı doktrinciliğin kaynağına dönüştürüldü. Maddeci tarih kavrayışına şiddetle inanan Marx, hiçbir yazarın kopartılmadığı kadar tarihsel bağlamından kopartıldı. “İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi işi olmalıdır” [20] fikri konusunda şüphesi olmayan biri olarak, öncü siyasi birliklerin önceliğine ve sınıf bilincinin taraftarı ve devrimin lideri olduğuna inanan bir parti ideolojisinin içine hapsedildi. İnsanın yeteneklerinin gelişmesi için çalışma saatlerinin azaltılması fikrini savunan biriyken, Stakhanovizm’in üretkencilik inancının içinde eritildi. Devletin yıkılması gerektiğine inanan biriyken, kendisini devletin siperi olarak buldu. İnsan bireyselliğinin özgür gelişimine inanan ender düşünürlerden biri, burjuva hukukunun yasal eşitliğinin ardında toplumsal eşitsizlikleri gizlediğine inanan, “hukuk eşit olmaktan ziyade eşitsiz olmalıdır” [21] diyen biri olarak; toplumsal yaşamın kolektif boyutunun zenginliğini, tektürlülüğün ayırt edilemezliğiyle etkinsizleştiren bir kavrayışa eklemlendirildi.
Marx’ın özgün tamamlanmamışlığı, haleflerinin sistemitizasyonunun baskısına tabi kılındı; düşüncesi aşınıp tam aksine dönüşene dek engellenemez bir biçimde doğasından kopartıldı.

MARX VE ENGELS’İN ÇALIŞMALARININ BASIMININ UZUN SERUVENİ
“Marx ve Engels’in yazılarının tamamı […] yazarların yakın arkadaşları ve öğrencileri […] dışında hiçkimse tarafından okunmuş mudur?” diye sormuştu Antonio Labriola yazarların o zaman basılı olan eserleri hakkında. Bu soruya verdiği cevap dolambaçsızdı: “Bilimsel sosyalizmi kuranların yazıları şimdiye kadar sadece onu kuranların ayrıcalığı oldu”, “tarihsel maddecilik” “bitmek bilmeyen kelime oyunlarıyla, yanlış anlamalarla, grotesk çarpıtmalarla, garip gizlemelerle ve temelsiz yaratımlarla yayıldı” [22] . Daha sonraları yapılan tarihyazımsal çalışmaların gösterdiği gibi Marx ve Engels’in gerçekten okunduğu bir efsaneden ibaretti. [23] Aksine, metinlerinin çoğu yazıldıkları dilde bile çok zor bulunuyordu. İtalyan bilimcinin “Marx ve Engels’in yazdıklarının bütün ve eleştirel bir baskısı” önerisi zaruri bir ihtiyaçtı. Labriola’ya göre ihtiyaç duyulan antolojiler derlemek değil, “eleştirel sosyalizmin bu iki kurucusunun tüm siyasi ve bilimsel eylemlerinin, tüm yazınsal üretimlerinin okurlara olduğu gibi sunulmasıydı. Zira bu yazarlar kendilerini okumayı isteyen herkese doğrudan konuşuyorlardı.” [24] Labriola’nın bu dileğinden bir yüzyıldan uzun süre geçmesine rağmen henüz bu dileği gerçekleşmiş değil.
Labriola, bu tür filolojik değerlendirmelerin yanında zamanına göre öngörü gücü yüksek kuramsal bir soru da yöneltiyordu. Ona göre Marx ve Engels’in tamamlanmamış yazıları ve çalışmaları “sürekli oluşum halinde olan bir bilimin ve siyasetin parçalarıydı”. Bu çalışmalarda “orada olmayanı ve olmaması gerekeni” aramak ve bunlara “tüm zamanların ve mekaların tarihini yorumlayan bir tür Vulgata ya da talimatname” gibi yaklaşmak yerine, bu çalışmaları oluştuğu an ve bağlam çerçevesinde değerlendirerek anlamak mümkündü. “Düşünceyi ve bilgiyi devam etmekte olan bir süreç olarak görmeyen”, “akıl için idollere ihtiyaç duyan dokrinerlerin ve bilgiçlerin her türü, sonsuza dek geçerli olacağı zannıyla klasik sistemleri kuranlar ile el kılavuzları ve ansiklopedi yazarları Marksizmin kimseye vaad etmediklerini boş yere onda arıyorlardı.” [25]
Marx’ın bütün eserlerini (opera omnia), Marx’ın edebi mirasını (Nachlass) elinde bulunudurup, linguistik ve kuramsal yeterlilik sahibi üyeleri olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden (SPD, Sozialdemokratissche Partei Deutschlands) başkası basamazdı. Fakat, sosyal demokrasi içindeki çekişmeler Marx’ın yayımlanmamış eserlerinin yayımlanmasını engellemekle kalmadı, aynı zamanda elyazmalarının dağılmasına yol açarak bir sistematik baskının ilerde oluşmasını riske attı. [26] SPD elindeki yazınsal mirasa inanılmaz büyük özensizlik gösterdi. [27] Partinin hiçbir kuramcısı Marx ve Engels’in üretimlerinin dizelgesini tutmadı. Bu yazarların yaptığı, eserlerinin anlaşılmasında büyük yardımı dokunacak hatta yazılarının devamı bile sayılabilecek yazışmaları toparlama işine girişmediler.
İlk Marx Engels Gesamtausgabe (MEGA) yani Marx ve Engels’in eserlerin toplu basımı ilk kez Moskova’daki Marx-Engels Enstitüsü direktörü David Borisovic Ryazanov tarafından 1920’lerde gerçekleştirildi. Çoğunlukla bu eserlerin yayımlanmasına destek değil köstek olan uluslararası işçi hareketindeki dalgalanmalar yüzünden bu çalışma karaya oturdu. Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist tasfiyeler (Bu projede çalışan bazı isimler de bu tasfiyelerden nasibini almıştı [28] ) ve Almanya’da Nazizm’in yükselişi bu projenin erkenden kesintiye uğramasına neden oldu. İşte esnek olmayan bir ideolojinin çatışkılı üretimi, eserlerinin tümü keşfedilmemiş bir yazardan ilham alarak doğdu. Marksizmin ortaya çıkışı ve dogmatik bir corpus halinde kristalize olması, Marx’ın düşüncesinin nasıl oluştuğu ve geliştiğini anlamak için gerekli olan metinlerin tanınmasından önce gerçekleşti. [29]
Marx’ın erken dönem eserleri MEGA kapsamında geç de olsa basılmıştı. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nin basımı 1927’yi, 1844 Elyazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe’nin ve Alman İdeolojisi’nin basımı 1932’yi buldu. Kapital’in ikinci ve üçüncü cildi hususunda olduğu gibi bu eserler de tamamlanmış eserler olarak sunuldular ve bu yüzden daha sonra yanlış anlamalara yol açtılar. Kapital’in hazırlık yazıları, örneğin “Doğrudan Üretim Sürecinin Sonuçları” üzerine olan 6. Bölümün taslağı 1933’de, “Grundrisse” olarak bilinen “Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma” 1939-1941 arasında az sayıda basıldı. Basılmayan eserler hakim ideolojik kanona zarar verebileceği endişesiyle ya gizlendiler ya da siyasi ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yorumlandılar. Ama hiçbir zaman Marx’ın çalışmalarının ciddi bir bütünlüklü değerlendirilmesi yapılmadı.
Toplu eserlerin ilk baskısı 1928-1947 yılları arasında Rusça olarak Sovyetler Birliği’nde Socinenija (Toplu Eserleri) ismiyle basıldı. İsminin aksine Marx’ın yazdıklarının sadece bir kısmını içerse de yirmi sekiz ciltten (otuz dokuz kitaptan) oluşan bu çalışma o zamanların en geniş kapsamlı Marx-Engels çalışmasıydı. İkinci Socinenija ise 1955-1966 yılları arasında otuz ciltte (kırkiki kitapta) basıldı. 1956-1968 yılları arasında ise Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde SED’in merkez komitesinin girişimiyle Marx Engels Werke (MEW) adıyla kırkbir ciltte (kırküç kitapta) basıldı. Bu baskı da tüm eserleri kapsamaktan uzaktı [30], ayrıca eklenen giriş bölümleri ve notlarla Sovyet baskısını temel alıyor, okuru Marksist-Leninist ideoloji temelinde yönlendiriyordu.
Marx ve Engels’in kendi yazdıklarına sadık kalarak tüm çalışmalarını yayımlamayı hedefleyen ikinci MEGA projesi ise 1960’larda doğdu. Fakat 1975’de başlayıp 1989’u takip eden gelişmeler yüzünden bu proje de sekteye uğradı. 1990’da projeye kaldığı yerden devam edilmesi amacıyla Amsterdam’da Internationaal Instituut voor Sociale Geschiedenis ve Trier’de Karl Marx Haus the Internationale Marx-Engels-Stiftung (IMES) kuruldu. Yeni editöryal ilkelerin kabul edildiği zorlu bir hazırlık sürecinden sonra Dietz Verlag yerine Akademie Verlag kuruldu ve MEGA2’ye 1998’de başlandı.

MEGA2: YANLIŞ ANLAŞILMIŞ BİR YAZARIN YENİDEN KEŞFİ
Marx, kesinliklikle unutulacağına dair öngörülerin aksine geçtiğimiz yıllarda uluslararası araştırmacıların ilgi alanına yeniden girdi. Düşüncesinin değeri yeniden vurgulandı ve yazdıkları Avrupa, ABD ve Japonya’daki kütüphanelerin tozlu raflarından aşağı indirildi. Bu yeniden keşfin en önemli örneklerinden biri MEGA2’nin sürdürülmesi oldu. Farklı disipliner yeterlikten ve farklı ülkelerden birçok araştırmacının dahil olduğu bu proje dört bölümden oluşuyor: İlk bölüm Marx’ın Kapital dışındaki tüm çalışmalarını, makalelerini ve yazdığı taslakları; ikinci bölüm Kapital’i ve bu eserin oluşma sürecindeki tüm hazırlık yazılarını içeriyor. Üçüncü bölümde yazışmalar; dördüncü bölümde ise Marx’ın seçtiği alıntılar, dipnotlar ve sayfa kenarı notları var. Basılması planlanan 114 ciltten 53’ü halihazırda basılmış durumda (Projeye yeniden başlanılılan 1998 yılından bu yana 13 cilt hazırlandı.) Tüm bu ciltlerin herbiri iki kitaptan oluşuyor. Bu kitapların birinde metnin kendisi, diğerinde ise dizin ve birçok ek açıklama notu yer alıyor. [31] Bu girişim, Marx’ın elyazmalarının, yazışmalarının ve adet edindiği üzere okurken yaptığı alıntıların ve yaptığı dipnot açıklamalarının büyük kısmının daha önce hiç basılmadığından büyük önem taşıyor.

Bu editöryel çalışmalar dört bölümün herbirinde önemli sonuçlar sağladı. Werker Artikel und Entwürte başlıklı ilk bölüm kapsamında iki yeni cilt basıldı: “Karl Marx, Werke, Entwürfe. Januar bis Dezember 1985” [32] başlıklı birinci ciltte 1855’de New-York Tribune ve Breslau’da çıkan Neu Oder-Zeitung için Marx ve Engels tarafından yazılmış 200 makale ve taslak bulunmakta. Siyaset ve Avrupa diplomasisi, uluslararası iktisadi konjonktür ve Kırım Savaşı üzerine olan bilinen yazılar dışında, bu araştırmalar sonucunda Amerikan gazetesinde yayımlanan 21 imzasız yazı günyüzüne çıkartıldı. “Friedrich Engels , Werke, Artikel, Entwürfe. Oktober 1886 bis February 1891” [33] başlıklı ikinci cilt ise Engels’in ilerleyen yaşlarında yazdığı metinlerden bir seçki sunuyor. Bu ciltte birbiri ardına gelen projeler ve notlar bulunmakta. Bunlardan biri Rolle der Gewalt ın der Gescichte başlıklı elyazması. İşçi hareketi örgütlerine seslenen bu metin ilk baskısını hazırlayan Bernstein’in yaptığı müdahalelerden arındırarak sunuluyor ve daha önce basılmış yazı ve makalelere dair bir önsöz içeriyor. Bunlar arasında dikkat çeken yazılardan biri Die auswartige Politik des russischen Zarentums. Rus dış politikasının iki yüzyıllık tarihi üzerine Die Neue Zeit’da basılan bu yazı 1934’de Stalin tarafından ortadan kaldırılmıştı. Ve Kautsky ile birlikte yazılan Juristen-Sozialismus ise ilk kez kimin hangi bölümü yazdığı ortaya çıkartılarak basıldı.
IMES tarafından basılan Marx-Engels-Jahrbuch başlıklı serinin ilk kitabı tamamen Alman İdeolojisi üzerine. [34] MEGA2’nin beşte birini oluşturan bu kitap Marx ve Engels’in “I. Feuerbach” ve “II. Sankt Bruno” üzerine yazdıkları elyazmalarından oluşuyor. “Farelerin kemirici eleştirilerinden kurtulan” [35] yedi elyazması bağımsız metinler olarak biraraya getirildi ve kronolojik olarak düzenlendi. Bu baskıyla, Marx’ın çalışmasının bütünsel olmayan karakteri tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor. Marx’ın kuramsal yorumu için yapılacak bilimsel araştırmalar için yeni ve sağlam bir temel oluşmuş oluyor. Marx’ın maddeci düşüncesinin en kapsamlı sunumlarından biri olarak sayılan Alman İdeolojisi şimdi özgün halindeki gibi, parçalı haliyle karşımıza çıkıyor.
MEGA2’nin ikinci bölümünü oluşturan “Das Kapital” und Vorarbeiten, Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerine odaklanıyor. “Karl Marx, Das Kapital. Kritik der politischen Ökonomie. Zweites Buch. Redaktionmanuskript von Friedrich Engels 1884/1885” [36] ise Engels’in, Marx’ın 1865-1881 yılları arasında yazdığı çeşitli boyutlardaki yedi elyazmasını temel alarak derlediği metinlerden oluşuyor. Aslında Engels Marx’tan ikinci cilde dair çok sayıda farklı versiyon almıştı ve bunların hangisinin basılması gerektiğine dair Marx tarafından bırakılmış hiçbir açıklama yoktu:
[…] Konuşma diliyle dolu özensiz bir üslup, çoğu zaman küfürlü mizah, İngilizce ve Fransızca teknik terimler, bazen tamamiyle İngilizce yazılmış cümleler hatta sayfalar… Yazarın beyninde gelişirken hızlıca yazılmış düşünceler […] Bölümlerin sonuç kısımlarında yazarın bir sonraki bölüme geçerkenki endişesiyle birbirine bağlanmamış, daha sonra geliştirilmek üzere bırakılmış cümleler vardı. [37]
Elgels, bu yüzden belirleyici editöryel kararlar almak zorundaydı. En son bulgulara göre, Engels metne şu ana kadar tahmin edilenden çok daha fazla, 5000 civarında değişiklik yaptı. Metin içindeki pasajlara eklemeler ya da çıkartmalar yapmak, metnin yapısında değişiklikler yapmak, paragraflara başlık eklemek, bazı kavramlar yerine başka kavramlar kullanmak, bazı formülasyonları yeniden düzenlenmek ve diğer dillerden alınıp kullanılan sözcüklerin çevrilmesi Engels’in yaptığı bu değişiklikler arasında. Yayımcılara verilen kopya tüm değişiklikler yapıldıktan sonra verilmişti. Yani elimizde cilt tüm bu seçim, birleştirme ve düzeltme sürecini yeniden inşa etme, Engels’in nerede önemli düzeltiler yaptığı, nerede Marx’ın—çalışmasının son aşamasını yansıtmayan, son taslak haline gelmeyen—elyazmalarına sadık kalarak okuduğunu görme fırsatı sunuyor.
Kapital’in üçüncü cildi “Karl Marx, Das Kapital. Kritik der politischen Ökonomieç Dritter Band” [38] Marx’ın somut bir şekil veremediği tek cilt. Bu yüzden bu cilt üzerinde daha da fazla editöryel müdahalelerde bulunulmuştur. Engels bu cildin önsözünde şöyle yazıyor:
[…] büyük ölçüde tamamlanmamış bir taslak. Her kısmın başlangıç bölümleri büyük titizlikle hazırlanmış ve üslubu üzerine özenilmiş. Ama elyazması ilerledikçe daha üstünkörü ve eksik hale geliyor; yan konulara sapmalar sık sık görülüyor, bu yan konuların argümandaki yerinin ne olduğu tartışması ise daha sonra karar verilmek üzere tartışılmadan bırakılıyor. [39]
Engels, 1885 ve 1894 yılları arasında enerjisinin büyük kısmını bu türden zor bir editöryel iş üzerine sarfetmiş; hazırlık aşamasındaki, “ statu nascendi” [iv] [40] deki düşünceleri ve kabataslak metinleri tamamlanmış ve sistematik bir iktisat kuramının doğacağı bütünlüklü başka bir metin yaratmıştır.
“Karl Marx-Friedrich Engels: Manuskripte und redaktionelle Texte zum dritten Buch des Kapitals” [41] başlıklı ciltte bu durum iyice belirginleşmektedir. Bu cilt Marx’ın Kapital’in üçüncü cildi üzerine 1871 ve 1882 yılları arasında yazdığı son altı elyazmasını içermektedir. Bunun en önemlisi 1875’de yazılan “Artı Değer Oranı ve Kar Oranı Arasındaki İlişkinin Matematiksel Çözümlemesi” başlıklı ve Engels’in editöryel eklemelerini içeren bölümdür. Engels’in eklemelerini içeren bölüm baskıya giden versiyonu bire bir gösteriyor. Bu kitabın diğer bir başarısı, içerdiği ellibir metinden kırkbeşinin ilk kez basılmasıdır. Yakında tamamlanacak olan ikinci bölümle birlikte Marx’ın bıraktığı metinlerin özgün durumu ve Engels’in editöryel katkılarının değeri ve sınırları için eleştirel bir yorumlama alanı sağlayacaktır.
MEGA2’nin üçüncü bölümü, Briefwechsel, Marx ve Engels’in birbiriyle ve iletişimde olduğu başkalarıyla yaptıkları yazıştıkları içermektedir. Marx ve Engels tarafından yazılan 4000 mektup bulunmuştur (bunların 2.500’ü Marx ve Engels arasında yazılmıştır). Ayrıca, başkaları tarafından onlara yazılan 10.000 mektup bulunmaktadır ve bunların çoğu MEGA2 öncesinde hiç basılmamıştır. 6.000 başka mektubun varlığına dair sağlam kanıtlar bulunmaktadır ama bu mektuplara bugün hala ulaşılamamıştır. Hazırlanan dört yeni cilt, yazışmalar aracılığıyla Marx’ın enetelektüel biyografisinin önemli aşamalarını yeniden okumamızı sağlayacaktır.
“Karl Marx-Friedrich Engels, Briefwechsel Januar 1858 bis August 1859”ün [42] arkaplanında 1857 ekonomik krizi bulunmakta. Bu kriz Marx’ın 1848 yenilgisinden sonra geri çekilen devrimci hareketin yükseleceği umudunu alevlendirmişti: “Kriz yaşlı bir köstebek gibi yeraltına giriyor” [43] . Bu beklenti onu yeni bir entelektüel çaba içerisine sokmuş ve olmasını umduğu ama gerçekleşmeyen “tufandan (déluge) öncenin” [44] iktisat kuramının temel taslağını hazırlamaya yönlendirmişti. Tam bu dönemde, Grundrisse’nin son defterlerini yazmış ve bunu kitapçıklar halinde basmaya karar vermiştir. Siyasal İktisadın Eleştirisine Bir Katkı başlıklı ilk kitapçık 1859 Haziranında basılmıştı. Bu dönemde Marx “derin bir sefalet” [45] içindeydi: “Kimsenin bu denli parasızlık içinde ‘para’ üzerine yazdığını sanmam.” [46] Bu koşulların “iktisat” çalışmalarına engel olmaması için mücadele etmiştir: “Bedeli ne olursa olsun amacım doğrultusunda ilerlemeliyim. Burjuva toplumun beni para makinasına dönüştürmesine izin vermemeliyim.” [47] Fakat ikinci kitapçık günyüzüne çıkmamış, iktisat yazılarının bir sonraki baskısı 1867’i yani yayımcılara Kapital’in ilk cildini gönderdiği yılı bulmuştur.
“Karl Marx-Friedrich Engels, Briefwechsel September 1959 bis Mai 1860” [48] ve “Karl Marx-Friedrich Engels, Briefwechsel Juni 1860 bis Dezember 1861” [49] başlıklı ciltlerde Vogt ve Marx arasındaki şiddetli tartışma ve Herr Vogt bulunuyor. 1959’da Karl Vogt, Marx’ı hakkında komplo düzenlemek ve 1848 hareketine katılanlara şantaj yapan bir grubun lideri olmakla suçlamıştı. Marx ise itibarını korumak için kendini savunmak zorunda kalmıştı. 1848 sürecinde ve sonrasında siyasi ilişkiler içinde olduğu militanlarla mektuplaşmış, Vogt üzerine çeşitli dökümanlar bulmuş ve tüm bunları 200 sayfalık Herr Vogt adında bir kitapçıkta toplamıştı.
Bu suçlamaların yalanlanması Marx’ın tam bir yılını aldı ve iktisat çalışmalarına ara vermesine yol açtı. Kitabının heyecan yaratacağını umsa da, Alman basını hiç oralı olmadı. Kişisel meseleler bu süreçte hiç de yumuşamamıştı. Para sorunlarının yanında, parasızlık yüzünden kötüleşen sağlığı Marx’ın canını çok sıkıyordu. 1861’in sonunda “eğer bu [sene] de geçen sene gibi geçerse cehennemi tercih ederim” [50] demişti. Birkaç hafta boyunca çalışmalarına ara vermek zorunda kalmıştı. Bu dönemde hatyatındaki en büyük arzularından birinden bahsederek “ruhumun huzrunu koruyabileceğim tek meslek matematik” [51] demişti. 1861’de akciğeri iltihaplandı ve Engels’e şöyle yazdı: “Eyüp peygamber gibi çile çekiyorum. Ondan farkım tanrıdan korkmamak.” [52] Okumak için yanıp tutuşuyordu, kaçışı edebiyatta buldu: “Ne olacağı belli olmayan durumumun yarattığı ruh halini yatıştırmak için Thucydides okuyorum. En azından antik yazarlar hep yeni kalıyorlar.” [53] Ne olursa olsun 1861 Ağustos’unda büyük gayretle yeniden çalışmaya koyuldu. 1863 Haziranına dek dört yapraklı formalardan oluşan 1472 sayfa, 23 defter yazmıştı. Artı Değer Teorileri bu çalışmalardan biriydi. Bu defterlerden ilk beşi paranın sermayeye dönüşümü üzerineydi. Bu çalışma yaklaşık 100 sene ihmal edildi, ilk olarak 1973’de Rusça olarak ve 1976’da kendi dilinde basıldı.
“Karl Marx-Friedrich Engels, Briefwechsel Oktober 1864 bis Dezember 1865”in [54] temel konusu Marx’ın 28 Eylül 1864’de Londra’da kurulan Uluslararası İşçi Birliği’ndeki siyasi eylemleri. Buradaki mektuplar Marx’ın örgütün ilk yıllarında etkin olduğunu, onaltı yıl sonra birincil gündemi olan bu faaliyetleri bilimsel çalışmalarıyla biraraya getirmeye çalıştığını gösteriyor. O zamanlar tartışılan konular arasında Marx’ın önemini vurguladığı sendikaların işlevi ve Lassalle’in Prusya devleti tarafından finansal olarak desteklenen kooperatifler kurulması fikri gibi meseleler var. Lassalle’ye karşı çıkarak şöyle diyor Marx: “İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şeydir.” [55] Başka bir konu Owenist John Weston’le girdiği polemik. Bu polemik yazışmaları 1898’de Değer, Fiyat ve Kar adı altında toplanmıştı. Diğer bir konu ABD’deki iç savaş ve Engels’in yazdığı Prusya’da Ordu Sorunu ve Aman İşçi Partisi üzerine kitapçık.
Eleştirel tarihsel baskının önemi Exzerpte, Notizen, Marginalien başlıklı dördüncü bölümde de görülüyor. Bu bölümde Marx’ın devasa çalışmasına ışık tutabilecek, yazdığı özetler ve aldığı çalışma notları bulunuyor. Marx’ın üniversite yıllarından başlayarak ömrü boyu devam edecek olan okuduğu kitaplardan uzun alıntılar yapıp aralara yorumlarını yazma alışkanlığı vardı. Marx’ın Nachlass’ı yaklaşık 200 defterlik özetlerden oluşuyor. Bunlar Marx’ın kuramının kökenini dilediği gibi geliştiremediği bölümleri öğrenip yorumlamak için çok önemli. 1838’den 1882’ye dek sekiz dilde—Almanya, Antik Yunanca, Latince, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca ve Rusça—alınan bu alıntılar geniş bir disiplin yelpazesine konuşuyor. Bu bölümde, Marx’ın felsefe, sanat, din, siyaset, hukuk, edebiyat, tarih, siyasal iktisat, uluslararası ilişkiler, teknoloji, matematik, psikoloji, jeoloji, mineroloji, tarımbilim, etnoloji, kimya ve fizik alanlarında yazdıkları; gazete ve dergi makaleleri, parlemento raporları, istatistikler, raporlar, hükümet kurumlarının yayınları ve Fabrika Müfettişleri Raporları’nı da (Reports of the Inspectors of Factries) içeren ve çalışmaları için büyük önem taşıyan ünlü “Mavi defterler” var. İşte bu çoğu hala basılmamış bilgi cevheri Marx’ın eleştirel kuramının şantiyesiydi. MEGA2’nin otuz iki cilt olacak şeklinde planlanan dördüncü kısmı ilk kez bunlara ulaşmamızı sağlayacak.
Kısa sure önce dört cilt basıldı. “Karl Marx, Exzepte und Notizen Sommer 1844 bis Anfang 1847” [56] 1844 yazı ve 1845 Aralık’ı arasında tutulan altı defterden oluşuyor. Bunların ikisi Paris’teyken yazdığı 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’ndan oluşuyor. Diğer altısı Paris’ten sınır dışı edildikten sonra bir yıl kadığı Brüksel’de ve Temmuz ve Ağustos aylarında kaldığı İngiltere’de yazılmıştı. Bu defterlerde Marx’ın siyasal iktisatla ilk karşılaşmasını ve iktisat kuramı üzerine ilk değerlendirmelerini bulmak mümkün. Siyasal iktisat kitapları arasında Storch ve Rossi’nin kitapları, Boisguillebert, Lauderdale, Sismondi; makine ve manüfaktür teknikleri üzerine Baggageve Ure alıntıları bulunmakta. Bu defterleri dönemin basılmış ve basılmamış yazılarıyla karşılaştırdığımızda Marx’ın bu okumalarının fikirlerinin üzerindeki apaçık etkisi görünüyor. Bu notların bütünü ve gelişiminin yeniden yorumlanması, bu yoğun çalışma dönemindeki eleştirel düşüncesinin gelişimini ve kompleksliğini gösteriyor. Metin aynı zamanda ünlü Feuerbach Üzerine Tezler’i de içeriyor.
“Karl Marx-Friedrich Engels, Exzerpte und Notizen September 1853 bis Januar 1855” [57] 1854 yılında tutulan dokuz defterden oluşuyor. Bunlar New-York Tribune’de yazdığı önemli makale dizileriyle eş zamanlı: Ekim-Aralık 1853’de “Lord Palmerston”, Temmuz-Aralık 1854’de “Devrim İspanyası” üzerine yazdıkları ve 1856’da yayımlanan Kırım Savaşı üzerine yazdıkları var… (Bunların neredeyse tümü Engels’le birlikte yazılmıştır.) Bu defterlerin dördü diplomasi tarihi üzerine alıntılardan oluşuyor. Alıntılanan kitaplar çoğunlukla Famin ve Francis gibi tarihçiler; Alman avukat ve diplomat von Martens, Muhafazakar Partili Urquhart ve “Correspondence Relative to the Affairs of Levant” ve “Hansard’ın Parlemento Tartışmaları.” Diğer beşi Chateaubriand, İspanyol yazar de Jovellanos, İspanyol general San Miguel, hemşerisi de Marliani gibi yazarlara, Marx’ın çoğunlukla İspanya bağlamına, toplumsal ve siyasi tarih ve kültür üzerine çalışmalarına yer veriyor. Augistin Thierry’nin Essai sur l’hıstorıe de la formation et des progress du Tiers état‘den alınan notlar kayda değer. Tüm bu notların önemi Marx’ın kullandığı kaynakları ve makalelerini yazarken bunları nasıl kullandığını göstermesinde. Bu cildin sonunda Engels’in askeri tarih üzerine yaptığı bir dizi alıntı var.
Marx’ın neredeyse hiç bilinmeyen doğa bilimlerine olan merakı “Karl Marx-Friedrich Engels: Naturwissenschaftliche Exzerpte und Notizen. Mitte 1877 bis Anfang 1883” [58] başlıklı ciltte ortaya çıkıyor. Bu ciltte Marx’ın 1877-1883 yılları arasında tuttuğu organic ve inorganik kimya üzerine tuttuğu notlardan oluşuyor ve Marx’ın çalışmalarının bir başkla boyutuna ışık tutuyorlar. Marx üzerine yazılan biyografilerin çoğu Marx’ın ölümünün son onyılında kendi çalışmalarına son verdiği ve entelektüel merakını doyurduğunu savunan bir çok biyografideki efsane aydınlanıyor. Meyer Roscoe ve Schorlemmer gibi kimyagerlerin kitaplarından, fizik, psikoloji ve jeoloji gibi disiplinlere yayılan bir çalışma alanı bu (bu disiplinler 19. yüzyılın son çeyreğinde önemli bilimsel gelişmelere tanıklık etmişti ve Marx bu gelişmeleri hep öğrenmek istemişti). Bu çalışmalar Marx hakkında çok az bilinen bir boyutu ortaya çıkartıyorlar. Doğrudan Kapital üzerine olmayan bu çalışmalar bu merakın ardından neyin yattığı dair cevaplanmamış sorular bırakıyorlar. Bu cildin sonunda Engels tarafından yazılmış benzer temalarda yazılar var.
Marx ve Engels’in sahip olduğu kitapların kaderi Marx’ın elyazmalarından bile daha kötüydü. Engels’in ölümünden sonra, üzerinde ilginç notların olduğu kitaplarının bulunduğu iki kütüphane ihmal edilmiş, dağılmış ve sonraları çok büyük güçlükle biraraya getirilmiş ve katologlanmıştı. Karl Marx-Friedrich Engels, Die Bibliotheken von Karl Marx und Friedrich Engels [59] başlıklı cilt, 75 yıllık araştırmanın ürünü. Bu ciltte üçte ikisi Marx ve Engels’a ait toplam 2.100 ciltlik 1.450 kitabın endeksi bulunuyor. Bu endeks ayrıca kitaplar üzerinde alınan notları hangi sayfa üzerinde alındığını belirtilerek içeriyor. MEGA2 tamamlandığında henüz elimizde olmayan kitaplar da endekslenmiş olacak (şu ana kadar varlığı keşfedilen 3200 ciltlik 2.100 kitap bulunmakta) ve 40.000 sayfalık 830 metinde yer alan notlar ve okunan kitaplar üzerinde yapılmış sayfa kenarı yorumları yer alacak.
Marx’ı yakından tanıyan birçok kişinin söylediği gibi Marx kitapları lüks nesneler gibi değil çalışma araçları olarak görürdü. Kitaplarını hor kullanmıştı, sayfarının köşelerini katlamış, altlarını çizmişti. Kitapları hakkında “onlar benim kölelerim ve emirlerime boyun eğmek zorundalar” [60] demişti. Diğer taraftan kendini “kitapları tarihin çöplüğünden çıkarmak için yalayıp yutmaya lanetlenmiş bir makine” [61] olarak görüyor, olağanüstü bir özveriyle kitapların içine bırakıyordu kendini. Marx’ın okumaları ve aldığı notlar hakkında bilgi sahibi olmak (Kütüphanesindeki kitapların Londra’daki British Museum’da yıllarca usanmadan okuduğu kitapların sadece bir kesitini sunduğunu hatırlamalıyız) araştırmalarını anlamak için çok değerli. Bunlar aynı zamanda, çoğu kez Marx’ın düşüncelerinin ani bir şimşek çakmasıyla kendisine malum olduğunu iddia eden Marksist-Leninist yorumun çürütülmesi, Marx’ın düşüncesinin aslında kendinden önce gelen ve çağdaşı yazarların kuramsal öğelerinin yorumlanmasıyla oluştuğunu görmemizi sağlayacak.
Şimdi şöyle bir soru yöneltilebilir: Yeni tarihsel-eleştirel baskıdan nasıl bir yeni Marx doğuyor? Yeni doğacak Marx’ın, taraftarlarının ve hasımlarının uzun zamandır kabul ettiği Marx’tan farklı olacağı kesin. Eserlerinin yayılmasındaki çetrefillikler, eserlerini biraraya getiren bir baskının olmayışı, Marx’ın çalışmalarının temel özelliği olan tamamlanmamışlık, haleflerinin emanate hıyaneti, yanlış okumalar ve başka türlü yanlış okumalar büyük bir paradoksun nedenleri: Karl Marx yanlış anlaşılmış bir yazar, derin ve yinelenen kavrayamamaların kurbanı. [62] Onu Doğu Avrupa’daki baskıcı rejimlerin meydanlarındaki taştan heykellerdeki figür ya da dogmatik kesinlikle geleceği gösteren biri olarak değil, öne sürdüklerinin geçerliliğini kanıtlayabilmek için ömrünün sonuna dek kendini yeni çalışmalara adayan ve bu yüzden eserlerinin çoğunu tamamlayamayan bir yazar olarak görmemiz gerekiyor.
Çalışmalarının yeniden keşfedilmesiyle tartışmaya açık ve çokyönlü düşüncesinin zenginliği yeniden görünür kılınıyor ve gelecekteki Marx Forschung [v] için verimli bir ufuk beliriyor.

MARX, İŞTE O “ÖLÜ KÖPEK” [vi]
Marx’ın çalışmalarına duyulan ilgi, kuramsal anlaşmazlıklar ve siyasi gelişmeler yüzünden hiçbir zaman istikrarlı olmadı ve bazı zamanlarda büyük oranda düştü. “Marksizmin krizi” [vii] nden İkinci Enternasyonal’in çözülmesine, kar oranları kuramının sınırlarından Sovyet komünizminin trajedisine değin Marx’ın fikirlerinin eleştirenler hep Marx’ı aşmanın gerekli olduğunu söylediler. Fakat sürekli “Marx’a dönüş” yaşandı. Şu sıralar da Marx’ın yazdıklarına referans verme ihtiyacı tekrar doğuyor; hem dostları hem de dşmanları Marx’ın siyasal iktisat eleştirilerinden yabancılaşma üzerine formulasyonlarına, hatta zeki siyasi polemiklerine karşı koyulmaz bir ilgi besliyorlar. Geçen yüzyılın sonunda rolünün tamamen bittiği ilan edilen Marx, tarih sahnesine yeniden çıkıyor.
Önceden hapsolduğu Instrumentum regni’nin menfur bir işlevi olmaktan, Marksist-Leninizmin zircirlerinden kurtulan Marx’ın çalışmaları yeni bilgi alanlarında yeniden değerlendiriliyor, tüm dünyada yeniden okunuyor. Marx’ın değerli kuramsal mirası, sorumsuz maliklerinden ve daraltıcı kullanım biçimlerinden geri alınarak ortaya çıkartılıyor. Fakat, Marx’ı yirminci yüzyılın gri “reel sosyalizm”inin içinde tanınmaz hale getirilmesi ne kadar yanlışsa; kuramsal ve siyasi mirasının şimdiki çelişkilerle alakasının kesilebileceğinin, mumyalanmış bir klasiğe döndürülebileceğinin ve akademik uzmanlığa hapsedilebileceğinin zannedilmesi de bir o kadar yanlış.
Marx’a duyulan ilgi elbette Marx’ın düşüncesinin çeşitliliğini göstermeye kendini adamış sınırlı akademik çevrelerin ve filolojik araştırmaların ötesine geçiyor. Marx’ın yeniden keşfinin temelinde Marx’ın süreğen şimdiyi açıkma kapasitesi var: Marx hala şimdiyi anlamak ve dönüştürebilmek için elzem bir araç.
Kapitalist toplumun kriziyle ve onu değiştirecek derin çelişkileriyle karşılaştığımız günümüzde, 1989’un hemen ardından rafa kaldırılan Marx’ın sorduğu sorular tekrar gündeme geliyor. Bu yüzden, Jacques Derrida’nın ifade ettiği gibi “Marx’ı okumamak, yeniden okumamak ve tartışmamak hep bir hata olacaktır” [63] gibi bir cümle daha birkaç yıl önce tecrit edilmiş bir provakasyon gibi görülürken, şimdilerde bu türden bir fikre hak verenlerin sayısı artıyor. 1990’ların sonundan beri gazetelerde, dergilerde, televizyon ve radyo yayınlarında sürekli Marx’ın günümüz için en geçerli düşünür olduğu tartışılıyor. [64] 1998’de, ilk basımının 150. yıldönümünde Komünist Parti Manifestosu’nun gezegenin bir çok köşesinde düzinilerce yeni baskısı yapılırken, bunun hem tarihin en çok okunan siyasi metni olduğu hem de kapitalizmin eğilimlerinin en iyi öngörüsünü içeren metni olduğu söyleniyor. [65] Marx’la ilgili literatür onbeş yıl kadar önce neredeyse yokolmuşken, şimdilerde bu literatür birçok ülkede yeniden canlanıyor, yeni çalışma alanları doğuyor, [66] birçok dilde Bugün Neden Marx’ı Okumak Gerekir? gibi başlıklı kitapçıklar yayımlanıyor. Marx ve çeşitli Marksizmler üzerine dergiler yayımlanıyor [67]; uluslararası konferanslar, üniversite dersleri ve seminerler gerçekleştiriliyor. Ayrıca, ürkekçe ve çoğu zaman kafası karışık biçimlerde de olsa Marx’a artan rağbet alternatif küreselleşme hareketlerini içerecek şekilde Latin Amerika’dan Avrupa’ya siyasi terimlerle de ifadesini buluyor.
Marx’dan günümüze ne kaldı? Marx’ın düşüncesi insanlığın özgürlük mücadelesi için ne kadar faydalı? Marx’ın çalışmalarının hangi kısmı zamanımızın eleştirisine ilham verebilir? Nasıl “Marx’la Marx’ın ötesine geçilebilir”? İşte bunun gibi sorular birbiriyle hemfikir olmaktan çok uzak cevaplar buluyorlar. Eğer çağdaş Marx rönesansının ortaklaştığı bir nokta varsa o da bu filozufun hakim yorumunu oluşturan yekpare ortodoksilerin geçmişinden kopmak. Tüm sınırlarına ve senkretizme düşme riskine rağmen, birden fazla Marx’ın olduğu bir çağa giriyoruz. Dogmatizmler çağından sonra bunun aksi gerçekleşemezdi zaten. Bu soruların cevabı elbette araştırmacıların ve syasi aktivistlerin kuramsal ve pratik araştırmalarda saklı.
Elzem Marxlardan en az ikisini niteleyebiliriz. Bunlardan ilki kapitalist üretim biçiminin eleştirisini yapan Marx. Dünya ölçeğinde gerçekleşen bu gelişmeyi sezen ve çözümleyen; burjuva toplumunu kimsenin yapamadığı kadar iyi betimleyen analitik, kavrayışlı ve yorulmaz araştırmacı Marx. Kapitalizmi ve özel mülkiyet rejimini insane doğasına içkin durağan senaryolarla algılanmasına karşı çıkan, bugün neo-liberal iktisadi, toplumsal ve siyasi örgütlenmelere alternatifler gerçekleştirmek isteyenlere önemli öneriler sunan düşünür… Dikkatimizi yoğunlaştırmamız gereken diğer Marx ise sosyalizm kuramcısı Marx. Zamanında Lasalle ve Rodbertus’nın propagandasını yaptığı devlet sosyalizmi fikrini reddeden; sosyalizmi toplumun sorunları için yumuşak yatıştırıcı yığınları olarak değil üretim ilişkilerini dönüştürebilmesi olarak gören düşünür.
Marx olmadan eleştirel sözyitimine mahkum olacağız. İnsanlığın kurtuluş mücadelesi Marx’ı kullanmaya devam edecek. Marx’ın “hayaleti” dünyayı dolaşmaya ve insanlığı sarsmaya uzun süre daha devam edecek.

 

İngilizceden çeviren Yasin Kaya

 

References
1. Karl Kautsky, Mein Erster Aufenthalt in London, içinde Benedikt Kautsky (der.), Friedrich Engels’ Briefwechsel mit Karl Kautsky (Viyana, 1955), s. 32.
2. Bkz. Maximilien Rubel, Marx critique du marxisme (Paris, 2000), s. 439-440.
3. Fridrich Engels, Vorwort to Karl Marx, Das Kapital, Zweiter Band, Marx Engels Werke¸ Band 24 (Berlin 1963), s.7.
4. A.g.e. “Vorworte zu den den drei Auflagen”, Herrn Eugen Duhrings Umwalzung der Wissenschaft’in icinde, MEGA2 I/27 (Berlin, 1988), s. 492.
5. Bkz. Franco Andreucci, La diffusion e la volgarizzazione del marxismo, içinde Eric J. Hobsbawn et als. (der.), Storia del marxismo, 2. Cilt (Turin, 1979), s. 15.
6. Bkz. Erich Matthias, Kautsky und der Kautskyanismus içinde Marxismusstudien II (Tübingen, 1957), s. 197.
7. Friedrich Engels ve Karl Marx, Die heilige Familie, Marx Engels Werke, Band 2 (Berlin, 1962), s. 98.
8. Bkz. Paul M. Sweezy, The Theory of Capitalist Development (New York, 1942), s.19 ve 191
9. Karl Kautsky, Das Erfurter Programm, in seinem grundsaetzlichen Teil erlaeutert (Hanover, 1964), s.131f.
10] Gheorghi V. Plekhanov, Fundamental Problems of Marxism (Londra, s.a. [1973], s. 3-4.)
11. Vladimir Ilic Lenin, Materialism and Empirio-Criticism, içinde Lenin Collected Works, XIV (Moskova, 1972), sç 153.
12. Age. s. 187.
13. Nikolai I. Bukharin, Theory of Historical Materialism (Moskova, 1921), s. 18.
14. Age. s. 248.
15. Antonio Gramsci, Quaderni del carcere, Valentino Gerratana (der.) (Turin, 1975), s. 1403.
16. Age. s. 1428.
17. Josef V. Stalin, Dialectical and Historical Materialism (London, 1941), s.5.
18. Age. s. 13-15
19. Karl Marx, Nachwort to Das Kapital, Erster Band, MEGA2 II/6 (Berlin, 1987), s. 704.
20. Agy. Provisional Rules of the International Working Men’s Association, MEGA2 I/20 (Berlin, 2003), s. 13.
21. Agy. Kritik des Gothaer Programms, Marx Engels Werke, Band 19 (Berlin, 1962), s. 21.
22. Antonio Labriola, Discorrendo di socialismo e filosofia, Scritti filosofici e politici, Franco Sbarberi (der.) (Turin, 1973), s. 667-669.
23. Marx’ın biyografisi yazan Boris Nikolaevskij ve Otto Maenchen-Helfen kitaplarının önsözünde haklı olarak şöyl diyorlar: “Binlerce sosyalistten sadece bir kişi Marx2ın iktisat eserlerini okumuştur; binlerce anti-Marxistten biri bile Marx’ı okumamıştır.” Bkz. Karl Marx, Eine Biographie (Berlin, 1976), s. VII.
24. Labriola, Discorrendo, s. 672.
25. Age. s. 673-677.
26. Bkz. Maximilien Rubel, Bibliographie des ouvres de Karl Marx (Paris, 1956), s. 27.
27. Bkz. David Ryazanov, “Neueste Mitteilungen über den literarischen Nachlass von Karl Marx und Friedrich Engels”, içinde Archiv für die Gechiste des Sozialismus und der Arbeiterbewegung (Leipzig, 1925); özellikle kbz. S. 385-386.
28. Ryazanov 1931’de sınırdışı edildi ve çalışmaların basımı 1935’de durdu. Başlangıçta basılması planlanan 42 ciltten sadece 12’si (13 kitapta) basılabildi. Bkz. Marx ve Engels, Historisch-kritische Gesamtausgabe. Werke, Scriften, Briefe, Marx-Engels-Institut (1933’den itibaren Moskova Marx-Engels-Lenin-Institut) yönetiminde, David Ryazanov (der.) (1932’den itibaren Vladimir Adoratskij) (Frankfurt am Main, 1927-1935).
29. Bkz. Rubel, Marx critique, s. 81.
30. Bu basımlarda sonra eklenen 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları ve Grundrisse bulunmuyordu. Yine de diğer dillerdeki birçok baskı MEW’i temel alarak basıldı. Bu baskının yeniden basımına 2006’da başlandı.
31. MEGA2 hakkında detaylı bilgiye www.bbaw.de/vs/mega adresinden ulaşılabilir.
32. MEGA2 I/14, H.-J. Bochinski ve M. Hundt (der.) (Berlin, 2001).
33. MEGA2 I/31, R. Merkel-Melis (der.) (Berlin, 2002).
34. Karl Marx ve Friedrich Engels ve Joseph Weydemeyer, Die deytsche Ideologie. Artikel, Druckvorlagen, Entwürfe, Reinschriftenfragmente und Notizen zu, I. Feuerbach’ und, II. Sankt Bruno, Marx-Engels-Jahrbuch 2003 (Berlin, 2004).
35. Karl Marx, Zur Kritik der politischen Ökonomie, Erstes Heft, MEGA2 II/2 (Berlin, 1980), s. 102.
36. MEGA2 II/12, K. Hayasaka, R. Hecker, A. Miyakawa, S.Ohno, S. Shibata ve R. Yatuyanagi (der.) (Berlin, 2005).
37. Engels, Vorwort to Karl Marx, Das Kapital, Zweiter Band, s. 7.
38. MEGA 2 II/15, R. Roth, E. Kopf, VE c. E. Vollgraf (der.) (Berlin, 2004).
39. Friedrich Engels, Vorwort to Karl Marx, Das Kapital, Dritter Band, MEGA2 II/15, s. 6.
40. Age. s. 7.
41. MEGA2 II/14, C.E. Vollgraf ve R. Roth (DER.) (Berlin, 2003).
42. MEGA2 III/9, V. Morozova, M. Uzar, E. Vashchenko ve R. Rojahn (der.) (Berlin, 2003).
43. Karl Marx to Friedrich Engels, 22 February 1858, age., s. 75.
44. Karl Marx to Friedrich Engels, 8 December 1857, MEGA2 III/8 (Berlin, 1990), s. 210.
45. Karl Marx to Friedrich Engels, 16 April 1859, MEGA2 III/9, p. 386.
46. Karl Marx to Friedrich Engels, 21 January 1859, age. s. 277.
47. Karl Marx to Joseph Weydemeyer, 1 February 1859, age. s. 292.
48. MEGA2 III/10, G. Golovina, T. Gioeva, J. Vasin ve R. Dlubek (der.) (Berlin, 2000).
49. MEGA2 III/11, R. Dlubek ve V. Morozova (der.) (Berlin, 2005).
50. Karl Marx to Friedrich Engels, 27 December 1861, age. s. 636.
51. Karl Marx to Friedrich Engels, 23 November 1860, age. s. 229.
52. Karl Marx to Friedrich Engels, 18 January 1861, age. s. 319.
53. Karl Marx to Ferdinand Lassalle, 29 May 1861, age. s. 481.
54. MEGA2, III/13, S. Gavril’chenko, I. Osobova, O. Koroleva ve R. Dlubek (der.) (Berlin, 2002).
55. Karl Marx to Johann Baptist von Schweitzer, 13 February 1865, age. s. 236.
56. MEGA2 IV/3, G. Bagaturija, L. Curbanov, O. Koroleva ve L. Vasina (der.) (Berlin, 1998).
57. MEGA2 IV/12, M.Neuhaus and C. Reichel (der.) (Berlin, 2007).
58. MEGA2 IV/31, A. Griese, F. Fessen, P. Jackel ve G. Pawelzig (der.) (Berlin, 1999).
59. MEGA2 IV/32, H. P. Harstick, R. Sperl ve H. Strauss (der.) (Berlin, 1999).
60. Paul Lafargue, “Karl Marx. Persönliche Erinnerungen” içinde Vv. Aa., Erinnerungen an Karl Marx (Berlin, 1953), s. 152.
61. Karl Marx to Laura and Paul Lafarge, 11 April 1868, Marx Engels Werke, Band 32 (Berlin, 1965), s. 545.
62. Burada anlatılan “Marksist” yanlış anlamaların yanında, liberal ve mukafazakarların düşmanca önyargıları yüzünden doğan büyük “Anti-Marksist” yanlış anlamalara dikkat çekmek gerekli.
63. Jacques Derrida, Spectre de Marx (Paris, 1993), s. 35.
64. Bu açıdan ses getiren ilk makale John Cassidy’nin The New Yorker’da 20 Ekim 1997 tarihinde basılan “The Return of Karl Marx” adlı makalesidir.s. 248-259. Ardından BBC Marx’ı milenyumun en büyük düşünürü ilan etti. Bundan birkaç yıl sonra, haftalık Nouvel Observateur dergisi 1 Ekim 2003 tarihli sayısını “Karl Marx – le penseur du troisieme millénaire?” başlığıyla Marx’a adadı. Almanya ise 40 yıllık süreliğine sürgüne yolladığı adama saygı duruşunda bulundu. ZDF televizyonunun 500 bin izleyicisi Marx’ı tüm zamanalrın en önemli Alman’ı seçti (çağdaş dünya için önem kriterlerine göre ise Marx birinciydi). Seçimler sırasında ise Marx’ı zafer işareti yaparak resmederek kapak yaptı ve Ein Gespenst kehrt zurück (Hayalet geri döndü) başlığını attı (2 Ağustos 2005). BBC Radio 4’ün yaptığı ankette ise Marx İngiliz dinleyicilerin en beğendiği filozofu seçildi.
65. Özellikle bkz. Eric Hobsbawn, “Introduction” to Karl Marx-Friedrich Engels, The Communist Manifesto: A Modern Edition (Londra, 1998), s. 3-74.
66. Geçtiğimiz yıllarda basılmış ve ilgi uyandıran kitapların tam listesini burada sunmamız imkansız. Fakat Francis Wheen’in Karl Marx (Londra, 1999) ve Jacques Attali’nin Karl Marx ou l’esprit du monde (Paris, 2005) adlı çok satan yeni biyografilerini zikredebiliriz. Moishe Poistone’nin Time, Labour and Social Domination (Cambridge, 1993) ise ilk basımından bu yana birçok kez yeni baskı yaptı. Terrell Carver’ın The Postmodern Marx (Machester, 1998) ve Michael A. Lebowitz’in Beyond Capital adlı kitaplar ise Marx’ın düşüncesinin özgün yorumlarıyla dikkat çektiler. Marx’ın erken dönem yazıları üzerine ise David Leopold’un The Young Marx: German Philosophy, Modern Politics, and Human Flourishing (Cambridge, 2007) adlı kitabın adını anmadan geçmemeli. John Bellamy Foster’ın Marx’s Ecology (New York, 2000) ve Paul Burkett’in Marxism and Ecological Economics (Boston, MA, 2006) adlı kitapları ise çevre sorunu ve Marx konusunda öne çıktılar. Latin Amerikalı yazar Enrique Dussel’in Towards an Unknown Marx (Londra, 2001)’in İngilizce’ye çevrilen eserleri, ve Japonya’daki çalışmalar arasından Hiroshi Uchida tarafından derlenen Marx in the 21st Century (Londra, 2006) tüm dünyada Marx’a duyulan ilginin artmasının örneklerinden. Ayrıca Çinli araştırmacılar kuramsal yenilikler getiriyor ve dogmatik Marksizm’den çok farklı çalışmalar çıkartıyorlar.
67. Bu dergiler arasında en önemlileri Anglofon dünyada Monthly Review, Science & Society, Historical Materialism veRethinking Marxism; Almanya’da Das Argument ve Marx-Engels-Jahrbuch; Fransa’da Actuel Marx; İtalya’da Critica Marxista ve Arjantin’de Herramienta.

Çeviri Notları
i. Oueuvre : Bir sanatçının ya da yazarın bütün yapıtları; yayınlanmış, yayımlanmamış eserlerin tümü, eserlerin taslakları, yaptığı yazışmalar…
ii. Nachlass : Edebi miras; bir yazarın öldükten sonra ardında bıraktığı tüm elyazmaları, notlar, mektuplar…
iii. Kritik : Eleştiri; Weltanschauung: Dünya görüşü.
iv. statu nascendi : Doğum aşamasındaki hal.
v. Marx Forschung
vi. Marx Kapital’in Birinci Cildi’nde Spinoza’nın yaptığı gibi Hegel’e bir “ölü kopek” gibi yaklaşılmaması gerektiğini söylüyordu. Burada ise yazar, özellikle 1980lerde Marx’ın devrinin kapandığını, söylediklerinin artık günümüz için hiçbir öneminin kalmadığını savunanların Marx’a yaklaşımları için aynı fadeyi kullanıyor.
vii. 1800’lerin sonunda ve 1900’lerin başında Sorel ve Croce’nin içinde yer aldığı artık Marx’ın aşılması gerektiğinin öne sürüldüğü tartışma.