Categories
Journalism

Avrupa ve Siyaset-4: Avrupa solunun çıkmazı

Avrupa’yı etkisi altına alan siyasal ve ekonomik kriz yalnızca popülist, yabancı düşmanı ve aşırı sağcı güçlerin yükselişine sebebiyet vermedi. Aynı zamanda, Avrupa Komisyonu tarafından dayatılan ve hükümetlerin yürürlüğe koyduğu kemer sıkma politikalarına karşı büyük mücadeleler ve protesto gösterilerine de yol açtı.

Özellikle Güney Avrupa’da radikal solun rönesansı başladı, dikkate değer seçim başarıları kazanıldı. 2010 yılından itibaren Yunanistan, İspanya ve Portekiz, neoliberal politikalara karşı kitlesel hareketlere sahne oldu.

Yeni Bir Siyasi Coğrafya

Politik düzeyde, antikapitalist sol, sokaktaki gücünü yeniden inşa etme ve yapılandırma sürecine girdi. Bir yandan geniş bir yelpazede siyasal konulara dair, ilhamını çoğulculuktan alan yeni örgütlenmeler oluştururken bir yandan da “bir kişi, bir oy” ilkesiyle de demokratik süreci güvence altına aldılar.

1999 yılında Portekiz’de Sol Blok (BE) kuruldu. 2004’te Synaspismos ve diğer sol güçler Yunanistan’da birleşerek radikal sol ittifak SYRIZA’yı meydana getirdiler. Birkaç yıl sonra, Alman Sosyal Demokrat Partisi ve Fransız Sosyalist Partisinin en radikal kesimleri ilkinde Seçim için Alternatifi (WASG) ikincisinde ise Jean-Luc Melenchon’un liderliğinde Sol Parti’yi kurdu. Bu gelişmeleri Almanya’da 2007’de Die Linke’nin (Sol) Fransa’da ise Sol Cephe (FdG) kurulması izledi. 2016’da Boyun Eğmeyen Fransa kurulurken, 2014 yılında İspanya’da sahneye Podemos çıktı.

20. yüzyıl komünist hareketinin “demokratik merkeziyetçi” partilerinden ayrışan bu yeni çoğulcu model hızla Avrupa radikal solu içerisinde yayıldı. En başarılı deneyimler, mevcut grupların ve örgütlenmelerin birleşerek, kitlesel fakat dağınık toplumsal ağların içerilmesi ve birlikte farklı siyasal mücadeleleri sürdürebilmeleri ihtiyacını karşılayabilecek şekilde yeniden düzenlenmesi ile mümkün oldu. Bu yaklaşım yeni güçleri, gençleri, umudunu yitirmiş militanları içine dahil edebilme ve yeni kurulan partilere seçim kazandırabilme konularında başarılı oldu.

Fakat gerçekte Avrupa son derece heterojen bir kompozisyondaydı. İber yarımadası ve Akdeniz havzasında –İtalya hariç– radikal sol geçtiğimiz yıllarda dikkate değer şekilde genişledi. Orta Avrupa’da radikal sol yalnızca kimi ülkelerde iyi sayılabilecek sonuçlar aldı. İskandinav ülkelerinde 1989 sonrası kazanılan mevziler korundu. Fakat dağınık durumdaki toplumsal hoşnutsuzluğa yanıt veremedi, bu rolü aşırı sağ üstlendi. Radikal solun neredeyse var olmadığı Doğu Avrupa’da ise yegâne sorunu, reel sosyalizmin hayaletinin ötesine geçemeyişi oldu. Bu şartlarda, AB’nin doğu genişlemesi birliğin ağırlık merkezinin sağa kaymasına sebep oldu ki bunu Doğu Avrupalı hükümetlerin ekonomi ve göçmen sorunundaki keskin ve aşırı konumlanışlarında görebiliyoruz.

SYRIZA’dan Sonra

Radikal sol partilerin daha kitlesel ve çoğulcu örgütlenmelere dönüşümü parçalı yapılarından sıyrılabilmesi açısından başarılı olsa da siyasal sorunlarını çözmedi.

Yunanistan’da Çipras ve Troyka arasındaki pazarlıklar, bir sol partinin iktidara gelip kendi alternatif ekonomi politikalarını yürürlüğe sokmaya yöneldiği anda Brüksel’in müdahale edip durduracağını açık şekilde göstermiş oldu.1990’larda neoliberal amentünün koşulsuz kabulü Avrupa’nın sosyal demokrat ve sağ partilerini aynı noktaya çekmişti. Bugün ise bir radikal sol parti iktidara geldiği zaman Troyka bu yeni hükümetin ekonomik direktifleri bozmasının önüne geçiyor. Yani seçim kazanmak yetmiyor, Avrupa Birliği neoliberal kapitalizmin köşe taşı haline gelmişken.

Radikal sol güçlerin iktidar seçeneği ancak geçtiğimiz on yılın kemer sıkma politikalarından kopuş yaratacak bir ekonomi programını yürürlüğe sokacak ve savaşa, militarizme karşı açıkça pozisyon alınabilecek şartlar mevcutsa düşünülmeli. Bu şartların sağlanamadığı durumlarda böyle bir inisiyatif almak, sosyalistlerin başını tuttuğu hükümetlerin radikal solun işçi sınıfı, toplumsal hareketler ve ezilen grupların güvenini kaybettiği geçtiğimiz yıllardan ders almamak anlamına gelecektir.

Kimi ülkelerde ancak savaş dönemiyle karşılaştırılabilecek seviyelere çıkan işsizlik oranları, istihdam konusunda talepkâr bir siyaseti, kamu yatırımları ve sürdürülebilir gelişme konularını öncelik haline getirdi. Bunları, son dönemin emek piyasası reformlarındaki güvencesizlik sorununu hedef alan ve ücretler için asgari taban belirleyen politikalar izlemeli. Ancak böyle önlemler gençlerin yeniden kendi geleceklerini planlayabilmelerine imkân verebilir. Ayrıca iş saatlerinin azaltılması, emeklilik yaşının düşürülmesi gibi toplumsal adalete dair önemli unsurlar iyileştirilerek neoliberal rejim altında giderek büyüyen bölüşüm adaletsizliği ile mücadele edilebilir.

Solun Siyasi Gündemi

İşsizlik oranlarındaki korkunç yükselişe karşı radikal sol bir yurttaşlık geliri belirlenmesi ve en yoksul kesimler için –barınma hakkından ulaşım indirimlerine ve ücretsiz eğitime kadar– yoksullukla ve toplumsal dışlanma ile mücadele edecek önlemleri gündemine almalı. Aynı zamanda, son yirmi yıldaki karşıdevrimin sembolü olan özelleştirme süreçlerinin geri alınabilmesi de son derece elzem. Hizmet sağlamak yerine kâr üretmeye odaklanan tüm kamusal varlıklar yeniden kamunun yönetimine ve denetimine girecek şekilde restore edilmeli.

Tüm bu reformları finanse edebilmek, sermayenin, finansal akışın, birikimin ve büyük şirketlerin üretken olmayan faaliyetlerinin vergilendirilmesi ile mümkün olabilir. Kıtasal çapta gerçek bir alternatif ancak en geniş çapta siyasal ve toplumsal güçlerin mücadelesi ile bir Avrupa konferansının düzenlenerek kamu borcunun yeniden yapılandırılması ile mümkün olabilir.

Alternatif bir siyasetin kısa engebesiz, dolambaçsız yolları yok. Yeni örgütlenmeler kurabilmek için sol bugün de 20. yüzyılda olduğu gibi aynı araçlara ihtiyaç duyuyor: İşyerlerinde varlık sağlayabilen örgütlenmeler; en bölünmüş olduğu bu dönemde işçi sınıfının ve altsınıfların mücadelelerini birleştirmeyi hedefleyen formlar, yoksulluk ve toplumsal dışlanmanın yarattığı sorunlara hızlı yanıt verebilecek yerel yapılanmalar. İşçi hareketinin geçmiş dönemlerde deneyimlenmiş direniş ve dayanışma pratiklerini yeniden hatırlamak da sola yarar sağlayacaktır.

Yeni öncelikler de tanımlanmalı, özellikle cinsiyet eşitliği ve genç üyelerin siyasal eğitimi konusunda. Demokrasinin teknokratik organizmalar tarafından rehin alındığı bir dönemde böyle bir çabaya toplumsal mücadelelerin gelişimi ve sıradan militanlığın, parti üyeliğinin cesaretlendirilmesi rehber olabilir.

Radikal solun tarihin akışını değiştirme hedefiyle alabileceği inisiyatifler konusunda önünde tek bir yol var: Maastricht Anlaşmasının yürürlüğe koyduğu politikalara karşı kitlesel bir muhalefeti örgütleyebilme kapasitesine sahip yeni bir toplumsal blok oluşturabilmek ve bu şekilde bugünün Avrupa’sında baskın olan ekonomik yönelimi kökünden değiştirebilmek. II. Dünya Savaşının bitiminden beri patika hiç bu kadar sarp olmamıştı.

Categories
Journalism

1989 sonrasında Avrupa radikal solu-1

1989’da Berlin duvarının yıkılışı, Avrupa’nın siyasi atmosferini derinden değiştirdi. Yapısal siyasi altüst oluşlar ve büyük ekonomik dönüşümlerle yürütülen kapitalist restorasyonun, küresel çapta toplumsal yankıları oldu. Avrupa’da, antikapitalist güçlerin etki alanı engellenemez şekilde daraldı: Toplumsal mücadeleleri örgütleme ve yönlendirme becerileri gittikçe zayıfladı ve sol 1968 sonrası birçok ulusal kültür içerisinde önemli yer tutan ideolojik hegemonyasını kaybetti.

Bu gerileme kendisini seçim arenasında da gösterdi. 1980’lerden itibaren Avrokomünizm etrafında birleşen partiler de Moskova ile yakın bağları olan siyasetlerde ciddi oranda destek kaybettiler ve SSCB’nin çöküşüyle de hakiki bir enkaza dönüştüler.

Ardından bir yeniden yapılanma süreci başladı ve mevcut durumdaki antikapitalist unsurlar etrafında şekillenen yeni siyasi oluşumlar ortaya çıktı. Bu da soldaki geleneksel yapıların kendilerini önceki on yılda gelişen ekoloji, feminizm ve barış hareketlerine açılmasına sebep oldu. İspanya’da 1986’da kurulan Izuierda Unida bu dönüşümün öncüsü oldu. Benzer inisiyatifler, 1991’de Komünist Yeniden Kuruluş Partisi ve Synaspismos’un kurulması ile İtalya ve Yunanistan’da da meydana geldi. Başka ülkelerde bu dönüşüm, Berlin duvarının çöküşünden öncesine dayanan partilerin kendilerini yenileme çabası olarak (kimilerinde yalnızca görüntü olsa da) ortaya çıktı: Doğu Almanya Cumhuriyeti’nde 1949 yılından beri iktidarda olan Sosyalist Birlik Partisi, adını Demokratik Sosyalizm Partisi olarak değiştirdi.

Sosyal demokrasiden

kalanların dönüşümü

Bu yeni partiler, adını değiştirmemiş olanları ile birlikte ulusal düzeyde siyasal bir varlık kazanmayı başardılar. Toplumsal hareketler ve ilerici sendikal güçlerle birlikte, AB’ye yeni üye ülkelere sıkı parasal sınırlamalar öngören1993 tarihli Maastricht Antlaşmasının getirdiği neoliberal politikalara karşı gelişen direnişin içerisinde var oldular. 1994 yılında Avrupa Parlamentosunda Avrupa Sol Birliği ismiyle grup kurdular.

1990’ların ortalarında, ülkelerindeki hükümetlere (İtalya’da Berlusconi, Fransa’da Juppé, İspanya’da Gonzalez ve Aznar) dönük grevler ve kitlesel eylemlerin yarattığı coşku, radikal sol içerisindeki bazı güçlere mütevazı seçim zaferleri dahi kazandırdı. Izquierda Unida 1994 AP seçimlerinde %13,4, İtalyan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi 1996 genel seçimlerinde %8,5 ve Fransız Komünist Partisi de parlamento seçimlerinde yaklaşık %10 oy aldı.

Yeni yüzyılın şafağında, neoliberal küreselleşmeye karşı siyasal olarak heterojen denebilecek dev bir mücadele dalgası tüm dünyaya yayılıyordu. G8 ve IMF zirvelerindeki kitlesel protestolar, 2001 yılında Brezilya’da kurulan Dünya Sosyal Formu ile birlikte, egemen siyasete alternatifin geniş çaplı tartışılmasını cesaretlendirdi.

Diğer yandan, İngiltere’de Tony Blair’in yakaladığı çıkış, Sosyalist Enternasyonal’in ideoloji ve programından radikal bir çıkışın kapısını açtı. Farklı şekillerde birçok Avrupa ülkesinin desteklediği; Blair’in “Üçüncü Yolu” neoliberal düsturun “yeniye” dair üzerine içi boş övgülerle üzeri kapatılmaya çalışılan pasif bir kabulünden başka bir şey değildi.

Avrupa’da, sosyal refah döneminden kalan tüm parçalar bir bir dökülüyordu, emeklilik sistemine saldırılar, yeni bir büyük çaplı özelleştirme dönemi, eğitimin piyasalaştırılması, AR-GE fonlarının kesilmesi ve etkili sınai politikaların eksikliği. Benzer siyasi tercihler Doğu Avrupa’yı da etkisi altına almıştı.

Ekonomi yönetimi açısından, dönemin iktidardaki sosyal demokrat ve muhafazakâr partilerin politikaları arasında çok minimal farklar vardı. Öyle ki birçok örnekte, özellikle de sendikaların kendilerine daha dostça yaklaşılacağına dair eski kuruntularından kaynaklı kabullenişleriyle, sosyal demokrat ya da merkez sol hükümetler neoliberal projeyi yürütmekte çok daha başarılı oldular. Dış politikalarındaki yönelimleri de geçmişle benzer bir kopuşu içeriyordu (NATO’nun Kosova’yı bombalaması, Irak savaşı ve Afganistan’a askeri müdahalede görüldüğü üzere).

İktidar dönemindeki hatalar

Sosyalist partiler ekoloji sorununu çoğu zaman bir ilke olarak benimsese de neredeyse hiçbir zaman çevreyi ilgilendiren önemli sorunları çözmek için etkili yasalar çıkarmadılar. Bunda Yeşil Partilerin çoğunun ılımlı bir çizgiye gelerek, müttefik seçerken sağ-sol ayırmayı bıraktığı, post-ideolojik yönelimleri ve mevcut üretim biçimiyle mücadeleden vazgeçmeleri de etkili oldu.

Avrupa sosyal demokrasisindeki, kapitalizmin ve neoliberalizmin tüm ilkelerine şerhsiz itaati içeren bu değişim, 1989 yılının yalnızca komünistleri değil tüm ilerici güçleri sarstığını gösterdi. Sosyal demokratlar, II. Dünya Savaşı sonrasındaki karakteristik özellikleri olan reformculuğu, ekonomiye devlet müdahalesini terk etmişti.

Tüm bu köklü değişikliklere rağmen, Avrupa radikal solu içerisindeki birçok parti sosyal demokrat güçlerle ittifak yaptı. Neoliberal rüzgârın, hükümetleri sosyalist bir çizgiye itecek kitlesel toplumsal hareketlerin yokluğunda itirazsız esişi radikal sol partiler açısından olumsuz bir sonuç doğurdu. Antikapitalist sol, en temel ekonomik prensipleri sarsacak herhangi bir toplumsal kazanç elde edemedi; tüm kazanımları dönemsel, zayıf ve hafifletici niteliklerde oldu. Çoğu kez, sıtmaya razı gelerek, uzlaşmayacaklarını vaat ettikleri ekonomik önlemleri desteklemek zorunda kaldılar. Yine de seçim sonuçları her yerde felaket oldu. 2007 başkanlık seçiminde Fransız komünistler yüzde 2’den az oy aldılar, bir sonraki yıl Izquierda Unida yüzde 3,8 ile dibi gördü. İtalya’da komünistler, yüzde 3,1 oy olarak cumhuriyet tarihinde ilk kez parlamentoya giremedi.

İkinci bölüm haftaya.

Categories
Journalism

Ömrünün son yıllarında Marx

Karl Marx’ın 206. doğum gününü kutlarken, Jacobin’in yazarımız Marcello Musto ile Marx’ın Son Yılları kitabı üzerine yaptığı röportajın bir kısmını okurlarımız için derledik.

Nicolas Allen: Kitabınızda yazdığınız, daha çok ömrünün son üç yılını ifade eden “geç dönem Marx” Marksistlerin çok üzerinde durduğu bir dönem değil. Marx’ın ömrünün son yıllarında önemli herhangi bir yapıt yayınlamamış olmasından bağımsız olarak, sizce bu dönem neden görece daha az ilgi çekiyor?

Marcello Musto: Marx hakkında bugüne kadarki hiçbir entelektüel biyografi hayatının son on yılına pek fazla dikkat çekmez, 1872’de Enternasyonal neticelendikten sonra yaptıklarına dair birkaç sayfadan fazla yazan yoktur.

Bu yazarların hepsi, kitaplarının bu çok kısa bölümlerine, jenerik bir “Son on yıl” başlığı atarlar ki bu tesadüf değildir. Marx’a dair biyografik eserlerini iki dünya savaşı arasında, sınırlı sayıda basılmamış elyazmalarına erişimi olan Franz Mehring, Karl Vorlander ve David Riazanov’un bu döneme dair sınırlı ilgisini anlayabilmekle birlikte, bu sarsıcı dönemden sonra yazılmış eserler açısından biraz daha kompleks bir mesele.

Marx’ın en bilinen iki eseri –1844 Elyazmaları ve Alman İdeolojisi– de tamamlanmamış olmakla birlikte ancak 1932’de basılmış ve 1940’ların ikinci yarısında dolaşıma girmiştir. Nazizmin barbarlıklarının yol açtığı derin ıstırap, varoluşçuluk gibi felsefelerin popülerlik kazandığı bir atmosferi yaratan II. Dünya Savaşı, bir anlamda toplumda bireyin varoluş koşullarını konu eden yapıtların büyük önem kazanmasına sebep olduğundan, Marx’ın yabancılaşma ve türsel varlık gibi felsefi fikirlerine yönelik ilgi de arttı. Marx hakkında bu dönemde yazılan biyografiler, zamanın ruhunu yansıtarak Marx’ın erken dönemine gereksiz bir ağırlık veriyordu. 1960 ve 70’lerde Marx’ın fikrini bütünsel anlamda tanıtmayı amaç edinen kitaplar büyük çoğunlukla Marx’ın daha 30 yaşında olduğu, Komünist Manifesto’nun yazıldığı 1843-48 yıllarına odaklanıyor.

Bu bağlamda, yalnızca geç dönem Marx değil, Kapital’in kendisi de aslında önem sırasında geri plana atılıyor. Parisli Marksistlerin, Marx’ın başyapıtı ve on yıllarca süren çalışmasının meyvesi olan Kapital’i umursamayıp 1844 Elyazmaları’nın gizemli havasından ve tamamlanmamış olmasından nasıl büyülendiklerini, liberal sosyolog Raymond Aron D’une Sainte Famille a l’autre (1969) kitabında mükemmel şekilde tasvir ediyor.

Louis Althusser gibi Marx’ın gençliğinin Marksizme dahil edilmemesi gerektiğini savunanların da etkisiyle, “Genç Marx” miti, Marx çalışmaları tarihindeki en temel yanlış anlaşılmalardan biri haline geldi. Marx 1840’ların ilk yarısında önemli gördüğü herhangi bir eser basmadı. Örneğin eğer Marx’ın siyasi fikirlerini anlamak istiyorsak, Alman-Fransız Yıllığı’nda basılan 1844 tarihli dergi makalelerine değil, Enternasyonalde ifade ettiği sorunlara ve yanıtlara bakmamız gerekir. Hatta eğer tamamlanmamış elyazmalarını analiz etmemiz gerekiyorsa, Grundrisse ya da Artı Değer Teorileri, kendisinin 1846’da “farelerin kemirişine terk ettiği” Almanya’da Genç Hegelciliğe yönelik eleştirilerinden çok daha önemlidir. Erken dönem elyazmalarına aşırı anlam yükleme eğilimi Berlin duvarının yıkılışından bu yana değişmedi. Yeni elyazmalarının basılmış olmasına rağmen, güncel biyografik çalışmalar da bu döneme gereğinden fazla atıf yapıyor.

Bu ihmalin bir başka sebebi ise Marx’ın son döneminde yürüttüğü çalışmalarının büyük çoğunluğunun fazla karmaşık gelmesi. Sol Hegelci bir genç öğrenci hakkında yazmak, tek bir dilde yazılmış elyazmalarında ve 1880’lerin başındaki entelektüel heveslerindeki dallanıp budaklanan konulara hâkim olmaya çalışmaktan çok daha kolay ve maalesef bu da Marx’ın katettiği önemli ilerlemelere dair çok daha özenli bir anlayışın önüne geçiyor. Çalışmalarını sürdürmekten vazgeçtiğine ve hayatının son on yılını “ağır bir ıstırap” içerisinde geçirdiğine dair yanlış değerlendirmeler, birçok biyografi yazarı ve akademisyenin, Marx’ın bu dönemde gerçekten ne yaptığını derinlemesine anlayabilmelerinin önüne geçiyor.

Marx’ın geç dönem yazmalarına dair çalışmalar, odağını Avrupai olmayan toplumlara yönelik araştırmalara kaydırdığını ortaya koyuyor. “Batı modeli” dışında da gelişme evreleri olduğunu kabul etmesinden yola çıkarak, Marx’ın yeni bir sayfa açtığını “Avrupamerkezci olmayan bir Marx’a” dönüştüğünü söyleyebilir miyiz? Yoksa bu Marx’ın teorilerinin farklı tarihsel toplumların somut gerçekliğinden sağlamasını yapmadan uygulanamayacağının kendisi tarafından da tasdiki midir?

Marx’ın son dönemindeki araştırmalarında coğrafi konulara dair büyük ilgisinin ardındaki birincil motivasyon, kapitalist üretim biçiminin dinamiklerine dair küresel ölçekte etraflı bir anlayış sunabilme fikri. Kapital birinci cildin ana odağı İngiltere’dir, o yayınlandıktan sonra yazılacak diğer iki cilt için sosyoekonomik araştırmalarını genişletmek ister. Bu sebepten dolayı Marx 1870’te Rusça öğrenmeye karar verir ve sürekli olarak Rusya ve ABD’den kitaplar, istatistikler talep eder. Bu ülkelerdeki ekonomik dönüşümlerin analizinin, kapitalizmin farklı dönem ve bağlamlarda oluşabilecek biçimlerinin anlaşılabilmesi açısından yararlı olduğunu düşünür. Bugünlerde trend haline gelen “Marx ve Avrupamerkezcilik” konusuna dair ikincil kaynaklarda bu son derece kritik mesele görmezden geliniyor.

Marx’ın Avrupalı olmayan toplumlara dair araştırmalarındaki bir başka kritik soru, kapitalizmin komünist toplumun doğuşu açısından mecburi bir önkoşul olup olmadığı ve hangi aşamada uluslararası boyutta geliştirilmesi gerektiğidir. Marx’ın yine son yıllarında öne sürdüğü, tarihi doğrusal olarak okumayan kavrayışlar, farklı ülkeler ve toplumsal bağlamlardaki tarihsel özgünlüklere ve ekonomik siyasi gelişim eşitsizliklerine daha dikkatle bakmaya itti. Marx birbirinden tamamen farklı tarihsel ve coğrafi bağlamlara dair açıklayıcı kategorilere daha şüpheci yaklaşmaya başladı ve “farklı tarihsel bağlamlarda yaşanan birbirine çok benzer olaylar, tamamen ayrı sonuçlar vermiş” diye yazdı. Bu yaklaşım tabii ki Kapital’in bitmemiş ciltlerini tamamlamayı daha da zorlaştırdı ve en önemli eserini tamamlayamayacağını kabul etmek zorunda kaldı. Fakat kesinlikle farklı devrimci fırsatlar açtı.

Bazı yazarların naif yaklaşımlarının aksine, Marx bir anda Avrupamerkezci olduğunu fark edip, siyasi fikirlerini düzeltmek için kendisini yeni konulara yönlendirmedi. Kendi deyimiyle hep “dünya yurttaşı” olageldi, ekonomik ve toplumsal değişiklikleri küresel ölçekte analiz etmeye çalıştı. Kendi çağdaşları gibi o da Avrupa’nın diğer kıtalara nazaran sanayi üretimi ve toplumsal örgütlenme açısından üstünlüğünün farkındaydı fakat bunu hiçbir zaman kalıcı bir faktör ya da mecburi bir şart olarak görmedi. Ve tabii ömrü boyunca da sömürgeciliğe tavizsiz bir düşmanlığı vardı. Tüm bunlar, Marx’ı okumuş birinin rahatlıkla fark edebileceği özellikleri.

Categories
Journalism

Paris Komünü’ne alternatif imkânı

Fransa burjuvazisi hep kendisini kurtarmanın yolunu bulmuştu. 1789’daki devrimden beri refah dönemlerinde işçi sınıfı krizin darbeleriyle boğuşurken zenginleşen onlardı. Ancak 3. Napolyon’un Fransa-Prusya savaşındaki yenilgisi, bu gidişatın değişmesi için bir fırsat yarattı.

Muhafazakâr Partinin toplumsal adaletsizliklere dokunmayıp, savaşın yarattığı yıkımı en az varlıklı kesimin üzerine yığma yaklaşımı, 18 Mart’ta yeni bir devrimi tetikledi. Adolphe Thiers ve ordusunun Versaille’a kaçmaktan başka çaresi kalmadı.

Demokratik meşruiyeti sağlamak için ayaklanmacılar serbest seçimler gerçekleştirmeye karar verdi.

26 Mart’ta Parislilerin çoğu (190 bine 40 bin) ayaklanma sebebini onayladı ve seçilen 85 temsilciden 70’i devrime desteğini açıkladı. 28 Mart’ta yurttaşların kitlesel bir katılımıyla Hotel de Ville önünde düzenlenen şenliklerle, Paris Komünü ismini alan meclisi kutladılar. Ömrü sadece 72 günle sınırlı kalmış olsa da 19. yüzyıl işçi hareketinin en önemli siyasi olayı olarak tarihe geçti ve aylar süren zorlukların yıprattığı kitlelerin umudunu yeniden yeşertti. Yoğun nüfuslu bölgelerde ortaya çıkan komiteler ve gruplar destek verdi, kentin her köşesinde yeni bir dünyanın kuruluşunu planlamak ve komünle dayanışmak için inisiyatifler oluşturdu. En yaygın duygulardan biri bunu başkalarıyla paylaşabilme arzusuydu. Komüne can veren bir liderin ya da birkaç etkili ismin itmesi değildi, kolektif boyutuydu. Kadın erkek bir araya gelerek gönüllülükle bir ortak kurtuluş tasavvurunun peşine düşmüşlerdi. Özyönetim bir ütopya değildi. Esas görev halkın kendisini özgürleştirebilmesiydi.

Yükselen yoksulluğun önüne geçmek için verilen ilk acil hükümlerden ikisi, kira ödemelerini ve 20 franktan az değeri olan eşyaların rehin dükkânlarına bırakılmasının yasaklanmasıydı. Savaş, ekonomi, iç güvenlik, eğitim, çalışma, ticaret, dışişleri, sosyal politikalar ve hazine bakanlıklarının yerine geçecek 9 eş komisyon belirlenmişti.

Boşalan 31 koltuğa dair gerçekleştirilen seçimlerden 3 gün sonra 19 Nisan’da komün birey, fikir, vicdan ve emek özgürlüğü ile “kamusal işlere yurttaşın kalıcı müdahalesini” garanti altına alan bir “Fransız Halkı Beyannamesi”ni yürürlüğe soktu. Paris ve Versailles arasındaki çatışmanın da “yanıltıcı tavizlerle” sonlanamayacağı, halkın “mücadele etme ve kazanmaya” hakkı ve sorumluluğu olduğu bildirildi. Bu metinden daha önemlisi, Komüncülerin siyasi gücün tümden dönüşümü mücadelesinde attıkları somut adımlar oldu. Siyasi yönetimin yalnızca şekline değil doğrudan doğasına ilişkin bir kısım reformlar yürürlüğe kondu. Komün seçilmiş temsilcilerin geri çağrılması ve eylemlerinin tamamının halkın denetimine tabi olmasını, adayları bağlayacak şekilde güvence altına aldı. Hâkimlik makamı dahil tüm kamu kurumları da olası geri çağırma ve daimî denetime tabi oldu. Burada amaç kamusal alanın, profesyonel siyasetçilerin kontrolüne bırakılmasının önüne geçebilmekti. Yürürlüğe konulacak politikalara küçük bir memur grubu değil halk karar verecekti. Ordu ve emniyet güçleri artık toplum yapısından ayrı varolan kurumlar olarak işlemeyecekti. Devlet ve kilise arasındaki ayrım da değiştirilemez bir ilke olmuştu.

Fakat siyasi değişimin tahayyülü bu önlemlerle sınırlı değildi; çok daha derine, köklere iniyordu. Gücün halkın eline geçmesi bürokrasiyi çok küçültmüştü. Toplumsal alan siyasal alana üstün gelerek siyaset artık uzmanlaşılmış bir fonksiyon olmaktan çıkarak sivil toplumun eylemiyle ilerici bir biçimde bütünleşmeliydi. Dolayısıyla kitleler devlete bırakılan fonksiyonları geri almalıydı. Varolan sınıf egemen sistemin yıkılması yeterli değildi, sınıf egemenliği tamamen ortadan kaldırılmalıydı. Tüm bunlar komünün özgür, gerçekten demokratik kuruluşlarının tüm kesimlerinin özgürlüğünü sağladığı birliği olan cumhuriyet tahayyülünü yerine getirebilirdi. Bu da üreticilerin özyönetimi anlamına gelirdi.

Komünün uyguladığı sosyal reformlar, siyasi değişikliklerden çok daha değerliydi. Varlık sebebi, kurucu prensiplerine sadakatinin göstergesi ve geçmiş devrimlerden ayıran temel özelliği de buydu. Komün, sınıfsal anlamı açık olan birden fazla kararı yürürlüğe koydu. Borç ödemelerinin son tarihleri üç yıl ertelendi. Kira ödeyemeyenlerin evlerinden çıkarılmaları yasaklandı ve başını koyacak bir çatısı olmayanlar için boş konutlara el koyulmasına dair bir yasa yürürlüğe kondu. İş saatlerini kısaltmaya dair bir plan üzerine çalışılırken, asgari ücretler insani bir seviyeye çekildi, işçileri cezalandırmak adına yaygın şekilde uygulanan ödeme kesintileri yasaklandı. Fiyatların düşürülmesi ve gıda tedariğinin artırılması için tüm koşullar zorlandı. Toplumun ihtiyacı olan kesimlerine dönük kamusal destekler genişletildi; örneğin, terk edilmiş kadın ve çocuklar için aşevleri açılırken evlilik dışı ilişkilerden doğan çocuklara dönük ayrımcılığı ortadan kaldırmak için tartışmalar yürütüldü.

Tüm komüncüler eğitimin bireysel kurtuluş ve herhangi bir toplumsal siyasal değişim için olmazsa olmaz olduğuna inanıyordu. Okula kayıt olmak, kız ve oğlanlar için ücretsiz ve zorunlu hale getirildi, dinsel tonların yerine seküler, rasyonel ve bilimsel bir eğitim anlayışı geldi. Özel olarak kurulan komisyonlar ve gazete sayfaları, kız çocuklarının eğitimine yatırım yapmanın önemine dair ikna edici argümanlar geliştirdiler. Gerçek bir “kamu hizmeti” olabilmesi için eğitimin “her cinsiyetten çocuklara” eşit fırsatlar sunması gerekiyordu. Dahası, “ırk, millet, din ya da sosyal konumlardan kaynaklanan ayrımlar” yasaklanmalıydı. İlk pratik denemeler bu teorik ilerlemeleri gerçekleştirebildi ve birden fazla mahallede işçi sınıfı ailelerden gelen binlerce çocuk hayatlarında ilk kez okula gitti ve ücretsiz eğitim materyallerine erişti.

Komün ayrıca sosyalist karakterde bir yöntem de benimsedi. Şehirden kaçan patronlara ait atölyeler işçi kooperatif kuruluşlarına verildi. Tiyatrolar ve müzeler ücretsiz hale getirilerek kolektifleştirildi.

Komün, yasama meclisinin onayladığı kararlardan çok daha fazlasıydı. Kentin yeniden tasarlanmasını dahi teşvik etti, barbarlığı ve ayıplanması gereken bir savaşı sembolize ettiği için Vendome sütunu yıkıldı, kimi ibadethaneler sekülerleştirilerek toplum yararına açıldı. Milliyetçi ayrımcılığın önüne geçildi, yabancılar Fransız halkı ile aynı sosyal haklara sahip oldu.

Kadınlar toplumsal düzenin eleştirisinde kritik bir role sahipti. Birçok örnekte, burjuva toplum normlarını aştılar ve ataerkil ailenin değerlerle çelişkili yeni bir kimlik kurarak, ev içi mahremiyetinin ötesine geçerek kamusal alanla ilişkilendiler. “Kadınların Birliği” stratejik toplumsal çatışmaların belirlenmesinde merkezî bir rol oynadı. Kadınlar, ruhsatlı genelevlerin kapatılmasını, kadın ve erkek öğretmenlerin denkliğini sağlarken “eşit işe eşit ücret” sloganı ile evlilikte eşit haklar ve özgür örgütlenmelerinin kurulmasını talep ettiler, sendikalarda kadınlara özgü komisyonlar kurulmasını teşvik ettiler. Mayıs ortasında askerî durum kötüleştiğinde, Versailles Paris kapılarına geldiğinde, kadınlar silaha sarılıp kendi taburlarını kurdular. Birçokları son nefesini barikatlarda verdi.

Categories
Journalism

Tembellik hakkı ve Paul Lafargue’i yeniden keşfetmek

1849 yılında Fransa’nın ileride devlet başkanı olacak Adolphe Thiers, “insana çile çekmek için dünyaya geldiğini öğretmenin” gerekliliğini belirtiyordu. Dönemin birçok ekonomisti, işçilerin yoksulluğunun fedakârlık ruhlarının düşüklüğünden olduğunu ilan ediyordu. Ya yeterince çok çalışmıyorlardı ya da mecburi görülmeyen şeylerin dikkatlerini dağıtmasına izin veriyorlardı.

Lafargue’ın 1880 yılında ortaya çıkardığı ve hemen ardından onlarca dile çevrilen Tembellik Hakkı metnindeki ana hedefi, o dönemde artık sosyalist literatürde üzerine onlarca metin yazılmış olan egemen sınıflar değil, proletarya idi: “kapitalist medeniyetlerin hüküm sürdüğü ülkelerde garip bir delilik işçi sınıfını ele geçirmiş durumda. Bu deliliğin ismi emek aşkı.” Ücretli çalışanlar “çalışma hakkını” –dönemin sosyalist hareketlerinin temel iddiasıyla uyumlu şekilde– devrimci bir prensip olarak görüyordu. “Çalışma inancı” tarafından yozlaştırılmalarına göz yummuşlardı ve bunun sürdükçe de kendilerini vahşileştirdiğini, cehaletlerinin sebebi olduğunu ve bedenlerini deforme ettiğini anlamamışlardı.

Lafargue’ın sunduğu alternatif ise oldukça radikaldi: Kapitalizmin karakteristiğini oluşturan “aşırı çalışmak” dikkatlice düzenlenmeli ve “tembelliğe tat verecek bir çeşniye” dönüşmeliydi. Bir insan fabrikada günde yalnızca üç saat çalışmalıydı. Çalışmanın dayatılan değil, izin verilen bir şey olması gerekiyordu ve emek hareketi “tüm insanların günde üç saatten fazla çalışmasını yasaklayacak delinemez bir yasayı” savunmalıydı. Bunu sağlayacak olan şey ütopya değil teknolojiydi. Sosyalizmde makinelerin işi işçileri gözetlemek, akşam mesaisine bırakmak, tatil günlerini bile işe harcatacak angaryalar üretmek değil, işçiler için özgür zaman yaratmak olmalıydı.

Sermayenin açgözlülüğünün patolojik boyutlara ulaştığı bir çağda, Lafargue’ın yazdıkları, toplumsal örgütlenmemizin önceliklerini yeniden düşünmeye davet ediyor. Tam da bu yüzden olsa gerek, New York Review Books için yeni bir baskısının hazırlanmasından ve ünlü Penguin Yayınevi’nin klasikler serisi için yeniden baskıya gireceğinin duyurulmasından da anlayabileceğimiz üzere, uluslararası bir ilgiye haiz olmuş durumda. Ölçüsüz ve kontrolsüz bir yabancılaşma çağında, Tembellik Hakkı solun üretkenlik inancının yarattığı tüm tahayyül sınırlarını ifşa ediyor ve çağımızda antikapitalizmi yeniden düşünebilmeye dair yeni bir teşvik yaratıyor.

Categories
Journalism

Hayalet şehir Detroit’e yolculuk

Eğer endüstriyel arkeoloji diye bir bilim olsaydı, şüphesiz Detroit incelenen ilk örneği olurdu. Yine de şehrin tarihinde gelişim de pırıltı da bolca bulunabilir. Kutsanmış Motor Şehri on yıllar boyu dünyanın önde gelen otomobil merkeziydi. 1902’de şehir Cadillac’ın doğuşunu kutlarken, bir yıl sonra Henry Ford 1908’de ilk montaj hattı üretimi olan Ford T’nin yapılacağı tesisleri kuruyordu. Aynı yıl General Motors kuruldu, 1925’te de peşine Chrysler. Kısacası, ABD otomotiv endüstrisine dair her şey Detroit’te doğdu.

Motor Şehri

Şehir ilerlemenin kanatları altında büyüdü. 20. yüzyılın ikinci on yılında nüfusu iki katına çıkan Detroit, ülkenin en kalabalık dördüncü merkezi oldu. Şehre akın edenlerin büyük çoğunluğu Güney eyaletlerinden geliyordu, büyük kısmını Afrika kökenli Amerikalıların oluşturduğu bu göç dalgası Amerikan tarihine “ilk büyük göç” olarak geçti.

Genişleme yalnızca dört teker dünyasını etkilemiyordu. Amerika’nın II. Dünya Savaşına girişi, Michigan’ın önde gelen şehrini, Franklin Roosevelt’in deyişiyle “demokrasinin büyük cephanesine” dönüştürüyordu. Kadın erken büyük bir işçi nüfusu şehre akın ederken, Detroit silah sektöründe büyüyor, savaş üretimine diğer tüm Amerikan şehirlerinden daha fazla katkı sağlıyordu. 1945’ten sonra da büyüme devam etti, 1956 itibariyle şehir nüfusu 1 milyon 865 bini buldu. Dönemin ünlü profesörleri ve saygın gazetecileri bu büyümeyi Amerika’da sınıf mücadelesinin sonunun simgesi olarak selamlıyor, işçilerin kitlesel halde orta sınıf seviyesine yükselişini ve bununla gelişen avantajlardan duydukları hoşnutluğu kanıt gösteriyorlardı.

O günden beri köprüden çok sular aktı. Gerileme 1960’larda başladı, 1973 ve 1979 petrol krizleriyle çöküş hızlandı. Bugün Detroit’te ancak 700 bin kişi yaşıyor, tarihinin en düşük nüfus seviyesi, bu düşüş yokuş aşağı gidecek gibi görülüyor. 21. yüzyılın ilk on yılında, şehir nüfusunun dörtte birini kaybetti.

100 Bin Boş Arsa

Şehir sınırları içerisinde yüz binden fazla boş arsa ve terk edilmiş ev var, evlerin çoğu ya harap ya da yaşanamayacak kadar çürümüş durumda. Önümüzdeki yıllarda on bin tanesinin daha yıkılması gerekiyor ancak bunun için gerekli finansman yok. Hakiki bir tenhalık hissi tüm şehri kaplıyor, çoğu blokta ancak bir evin sakini var. Detroit o kadar boş ki bütün bir Boston ya da San Francisco içine sığdırılabilir. Kent yönetimi nüfusu bir arada, belirli bir bölgede tutmaya çalışıyor ve kalan kısmı tarımsal ürün yetiştirmek için dönüştürmeye çalışıyor. Ancak 2008 krizi şehrin durumunu öncesinden bile daha umutsuz hale getirdi.

Sosyal durum, dışsal etkenlerden daha iyi değil. Detroit’te üç kişiden biri, 18 yaş altının ise yarısından fazlası yoksulluk içerisinde yaşıyor. Irk ayrımı hâlâ çok belirgin: nüfusun yüzde sekseninden fazlasını oluşturan Afrika kökenli Amerikalılar şehir merkezlerinde, ‘beyaz’ işçiler içerisinde hâlâ şehri terk etmemiş olanlar ise ya çeperdeki korunaklı banliyölerde ya da büyük dükkânların yakınlarında yaşıyor. Bu da zamanlar değişse bile 1967’de dönemin Amerikan başkanı Lyndon Johnson’ın müdahale için şehre zırhlı araçlar yolladığı, 43 kişinin yaşamını kaybettiği, 7.200 kişinin tutuklandığı ve 2 binden fazla binanın yıkıldığı çatışmaların sonucu şehri savaş alanına çeviren ırkçılığın hâlâ Detroit’te kanlı canlı var olduğunu gösteriyor. Ülkede suç oranının en yüksek olduğu şehir ve kaderin ironisi, kasko fiyatları, otomotiv endüstrisinin doğduğu kentte hiç de iç açıcı değil. Gerçek işsizlik oranları yüzde elliyi geçti ve devasa yatırımlarla anacaddeye inşa edilen kumarhane sadece tek bir şeyi değiştirdi: umutsuz, hayata küstürülmüş ruhların her akşam son dolarlarını ve son kurtuluş umutlarını harcamak için slot makinesi sırasında beklemesi.

Çin’e Hurda Metal

2009’da, krizin sarsıntısı sürerken General Motors ve Chrysler iflas başvurusu yaptı, Ford da ağır hasar almıştı. Büyük üçlüye hem Bush hem de Obama yönetimleri döneminde verilen desteğin toplamı 80 milyar doları bulmuştu. Buna karşılık, işten çıkarmalar, ücret kesintileri, güvencesiz sözleşmeleri içeren “yeniden yapılandırma” süreci genişletilerek, 1994’te General Motors ve Chrysler’e düşük maliyetli parça üretimi için sunulan üretim modelinin de ömrünü uzatmıştı.

Sonuçta, Detroit yalnızca 20. yüzyılın değil, aynı zamanda bugünlerde yaşanan ve yarınlara gebe olan değişimin de tanığı. Yoksulluk ve işsizliği, teknolojik gelişmelerin toplum yararına işlemesinin önüne geçen ekonomik ilişkilerin doğurduğunun da kanıtı. Fabrikaların iş olmadığı için değil, üretimin emek maliyetinin düşük olduğu ve sınıf mücadelesinin görece zayıf olduğu ülkelere kaydırıldığı için boş olduğunun kanıtı.

Kışın Detroit’te akşam erken geliyor. Kimileri çevre yolunda dilenciliğe çıkıyor. Uzaklardan, bir zamanların sanayi bölgesinde yanan ateşler parlıyor. Bir grup genç viran haldeki bir fabrikada, denizyoluyla doğuya taşınacak parçalardan ellerine kalacak döküntüler arıyor. O parçalar, poundu 2,5 dolara gelen metal parçaları, şehirde geçinmeye yarayan tek şey.

Bu metal hurdalar ABD’nin Çin’e en büyük ihracat kalemi ve Detroit dünyadaki diğer bütün şehirlerden daha fazla sahip. Bir zamanlar burada üretilenler şimdi başka bir yerde üretilebilsin diye gemilere yükleniyorlar, daha yüksek kârlar getirecek altyapıların kurulabilmesi için. Fakat kuşkusuz; yeni fabrikalar yeni çelişkiler ve yeni umutlar yaratacaktır.

Categories
Journalism

Karl Marx: Arap halkının kurtuluşundan yana bir anti-kolonyalist

Marcello Musto – Akademisyen

Cezayir’de yaşadığı dönemde, Marx Fransızların istismarlarını, sürdürdükleri provokatif eylemleri, utanmaz kibirlerini ve yerli Arap nüfusun her başkaldırısına karşı intikam alma takıntılarını öfkeyle eleştiriyordu.

“Burada polis tarafından, Arapları ‘itirafa’ zorlamak için aynı İngilizlerin Hindistan’da uyguladığı gibi bir şiddet uygulanıyor.”

“Sömürgecilerin amacı her zaman aynı: yerel kolektif mülkiyeti yok etmek ve onu bedavaya elde ederek satabilecekleri bir nesneye dönüştürmek.”

Marx’ın Mağripte ne işi vardı?

1882 yılının kışında, ömrünün son yılında Marx ağır bir bronşite yakalanmış, doktoru, sıcak bir bölgede dinlenmesini tembih etmişti. Cebelitarık imkân dışıydı çünkü Marx’ın bölgeye girebilmek için pasaporta ihtiyacı vardı ve yurtsuz biri olarak böyle bir imkâna da sahip değildi. Bismarck imparatorluğu karla kaplı olmasının yanında Marx’a kapılarını kapatmıştı, İtalya ihtimalini ise Engels’in şu sözleri özetliyordu: “Tedavi sürecindeki bir hastanın gözetmesi gereken ilk şartlardan biri herhangi bir şekilde polis şiddetinden uzakta olmaktır.”

Marx’ın damadı Paul Lafargue ve Engels hastayı kışın soğuğundan kaçılabilecek bir yer olarak İngilizlerin çokça övdüğü Cezayir’e gitmeye ikna etmişti. Kızı Eleanor’un daha sonra hatırlatacağı üzere, Marx’ı bu olağandışı geziye iten en önemli sebep ise Kapital’i tamamlamaktı.

İngiltere ve Fransa’yı trenle, ardından Akdeniz’i ise tekneyle geçti. Cezayir’de geçirdiği 72 gün, Marx’ın hayatında Avrupa dışında geçirdiği tek vakit oldu. Fakat günler geçtikçe, Marx’ın sağlığı düzelmedi. Çektiği acı da yalnızca fiziksel değildi. Eşinin ölümünden sonra çok yalnız kalmış, Engels’e “büyük Don Kişot gibi, derin melankoli atakları” yaşadığını yazmıştı. Ayrıca sağlık sorunları sebebiyle yoğun entelektüel hareketlilikten de uzak kalmıştı.

Fransız Sömürgecileri Tarafından Özel Mülkiyetle Tanışmanın Etkisi

Pek çok talihsiz gelişme, Marx’ın Cezayir hakikatinin temeline vâkıf olabilmesinin önüne geçmişti ki zaten –birkaç sene önce yoğun ilgisini çeken bir konu olarak– Arapların komünal mülkiyet biçimleri üzerine çalışabilmesinin imkânı da yoktu. 1879’da Marx Rus sosyolog Maksim Kovalevski’nin Komünal Toprak Sahipliği: Sebepleri, Gelişimi ve Gerileyişinin Sonuçları kitabından kimi kısımları not defterine geçiriyordu. Kopya ettikleri, Cezayir’de Fransız sömürgecilerin gelişinden önce kamu mülkiyetine ve sonrasında yaşanan değişimlere dairdi. Marx, Kovalevski’den şu cümleleri defterine almıştı: “Özel toprak sahipliğinin düzenlenmesi –Fransız burjuvasının gözünde– siyasal ve toplumsal düzlemlerde ilerlemenin esas koşuluydu” komünist eğilimleri akla getirebilecek biçimler, hem koloni hem anavatan için tehdit unsuruydu.” Marx’ın ilgisini çeken bir başka analiz “Fransızlar oldukları tüm rejimlerde toprak sahipliğinin yerlilerden sömürgecilere geçişinin peşindeydi. (…) Sömürgecilerin amacı her zaman aynıydı: Yerel kolektif mülkiyeti yok etmek ve onu bedavaya elde ederek satabilecekleri bir nesneye dönüştürmek, bu sayede son aşamada Fransız sömürgecilerinin ele geçirebilmesini kolaylaştırmıştı.”

Cezayir’e dair kanun düzenlemesi, sol cumhuriyetçi Jules Warnier tarafından önerilmiş ve 1873’te onaylanmıştı, Marx Kovalevski’nin iddiasını destekleyerek bu yasanın tek amacının “Yerli nüfusa ait toprağın Avrupalı sömürgeciler ve vurguncular tarafından gasp edilmesi” olduğunu söyleyecekti. Fransızların yüzsüzlüğü ya “doğrudan hırsızlığa” kadar varıyor ya da yerlilerin kullanımına açık olan tüm boş arazilerin “hükümet mülküne” dönüştürülmesi olarak gerçekleşiyordu. Bu süreç bir başka önemli sonucu hayata geçirebilmek için de tasarlanmıştı: Yerli nüfusun direnme tehlikesinin önüne geçebilmek. Yeniden, Kovalevski’nin sözlerini Marx defterine geçiriyordu: “özel mülkiyetin kuruluşu ve Avrupalı sömürgecilerin Arap aşiretlerinin içerisine yerleşmesi, aşiretlerin birlikteliğinin dağılması sürecini hızlandırabilmek için en önemli imkândı. (…) Arapları mülksüzleştirmeyi hedefleyen yasanın iki amacı vardı: 1) Fransızların mümkün olabilecek en fazla toprağa sahip olması ve 2) Güç alabildikleri son damar olan toprakla doğal bağlarının yok edilmesi ve bu sayede aşiretler arasındaki birliğin çözülmesi ile herhangi bir isyan tehdidinin ortadan kaldırılması.”

Marx toprak sahipliğinin bu biçimde özelleştirilmesinin işgalciler açısından yalnızca önemli ekonomik getirileri olmadığını aynı zamanda siyasal bir hedefi de yerine getirdiğini ekler: Bu toplumun temellerini yok edebilmek.

Arap Dünyasındaki Etkileri

1882’nin Şubat’ında Marx Cezayir’deyken yerel The News gazetesinde yeni kurulan sistemin adaletsizliklerini belgeleyen bir makale yayınlanır. Teoride, herhangi bir Fransız vatandaşı o dönemde ülkesini dahi terk etmeden 100 hektardan fazla Cezayir toprağı üzerinde imtiyaz sahibi olabilecek ve bu toprağı 40 bin Franka Cezayirlilere satabilecekti. Gerçekten de yerleşimciler, 20-30 Franka aldıkları her parsel toprağı 300 Franktan sattılar.

Marx sağlık sorunları sebebiyle bu soruna dair çalışamadı. Fakat, Marx’ın yazdığı mektuplardan on altısında (çok daha fazla yazdı ancak bir kısmı kayboldu) Akdeniz’in güney kıyısından pek çok önemli gözlemini yazdı. Bu gözlemlerden en çok öne çıkanlar, Müslümanlar arasındaki toplumsal ilişkileri işleyenlerdi. Arap toplumunun kimi özellikleri Marx’ı derinden etkilemişti. “Gerçek bir Müslümanın gözünde” diye yazıyordu Marx; “şanstan ya da talihsizlikten doğan tesadüfler Muhammed’in evlatlarını ayrıştırmazdı. Toplumsal ilişkilerindeki mutlak eşitliği etkilemezdi. Aksine, ancak yozlaştıklarında bunların farkına varırlardı. Siyasetçileri aynı hassasiyeti hissederek bu mutlak eşitliği sağlamaya çalışırlardı. Ancak devrimci bir hareket ortaya çıkmazsa ya yok olacaklar ya da tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolacaklar.”

Bu mektuplarında, Marx Avrupalıların şiddetli suistimallerine ve kesintisiz provokasyonlarına, “düşük ırktan” gördükleri ile karşı karşıya geldiklerinde ortaya çıkan yüzsüz kibirlerine ve küstahlıklarına, herhangi bir isyanla karşılaştıklarında ortaya çıkan, Kenanlı Molok’u hatırlatan ürkütücü intikam takıntılarına ağır ve küçümseyici ifadelerle saldırıyordu. Ayrıca sömürgeci işgalin karşılaştırmalı tarihi içinde “İngilizlerin ve Hollandalıların Fransızları geçtiklerini” de vurguluyordu. Cezayir özelinde, Engels’e yazdığı mektupta düzenli olarak görüştüğü ilerici bir yargıç olan Ferme’nin “Arapların ağzından itiraf alabilmek için polis tarafından (İngilizlerin Hindistan’da yaptığı gibi) özel bir işkence türü uyguladıklarını” gözlemlediğini aktarıyordu. Ferme Marx’a “örneğin bir Arap grubu cinayet işlediğinde, genelde ortada bir hırsızlık vardır ve mağdur yerleşimci aile faillerin yargılanıp infaz edilmesini zararlarının tazmini için yeterli görmez. Yarım düzine masum Arap’ın da infaz edilmesini talep eder. (…) Avrupalı bir sömürgeci ister yerleşim için ister iş için olsun, ‘düşük ırktan’ gördükleri arasına girdiğinde genelde kendisini kraldan bile daha katı bir otorite olarak görür.”

Mısır’da İngiliz Sömürgeciliğine Karşı

Hemen birkaç ay sonra Marx bu kez de Mısır’daki İngiliz varlığını hedef alır. Birleşik Krallık askerlerinin başlattığı 1882 savaşı, 1879’da başlayan Urabî isyanını sonlandırmış ve İngilizlere Mısır’da hamilik sağlamıştı. Marx, bağımsız bir sınıf pozisyonu alamayan ilericilere öfkelenmiş ve işçilerin devletin söylevlerine ve kurumlarına karşı durmaya mecbur olduğunu vurgulamıştı.

Marx’ın “İngiliz parlamenterlerin en iyisi” olarak gördüğü, İşbirliği Kongresi başkanı ve milletvekili Joseph Cowen’in Mısır’da İngiliz işgalini meşrulaştırmasını, Alman filozof kesin bir dille kınamıştı.

Bununla da kalmayarak, Britanya hükümetini paylamayı da unutmamıştı: “Müthiş! Hatta, Hıristiyan ikiyüzlülüğünü gösterme açısından Mısır’ın ‘fethinden’ daha küstah bir örnek olamazdı: Barışın ortasında bir fetih!” Fakat Cowen, 8 Ocak 1883’te Newcastle’de yaptığı bir konuşmada, Britanya’nın “kahramanlığına”, “ordunun yürüyüşünün büyüsüne” duyduğu hayranlığı ifade ediyor, “Atlantik ve Hint Okyanusu arasında tahkim edilmiş saldırı cephelerini, Delta’dan Ümit Burnu’na Uzanan Afrika Britanya İmparatorluğunu” düşündükçe sırıtmadan edemediğini belirtiyordu. Bu “sorumluluk” ve “milli çıkarın” şekillendirdiği “İngiliz tarzıydı”. Marx, Cowen’i “tarihsel misyonlarına hizmet edecek sorumluluklar almaya devam ederken öbür yandan boş yere itiraz eden zavallı İngiliz burjuvalarının” tipik bir örneği olarak görüyordu.

Marx Avrupa dışı toplumlara dair derin araştırmalara girişmiş ve kolonyalizmin tahribatına karşı duruşunu gizlememişti. Kimi liberal akademik çevrelerde bu dönemde çok moda olan yöntemsel şüpheciliğe karşın, aksini düşünmek hata olur.

Marx hayatı boyunca uluslararası politikadaki önemli gelişmeleri takip etmişti ve yazmalarından, mektuplarından da görebileceğimiz üzere 1880’lerde İngilizlerin Mısır ve Hindistan’daki sömürgeci zulmüne de Cezayir’de Fransız kolonyalizmine de karşı duruşunu açıkça ifade etmişti. Ne Avrupa merkezciydi ne de yalnızca sınıf mücadelesine odaklanmıştı. Marx yeni siyasi çelişkilerin ve çevre coğrafyaların, kapitalist sisteme dair süregiden eleştirileri için temel önemde olduğunu düşünüyordu. Daha da önemlisi, ezenlere karşı hep ezilenlerden yana olmuştu.

Categories
Journalism

Marx’ın komünizm anlayışı

Marx’ın önceliği “modern toplumun ekonomik hareket kanununu açığa çıkarmak” idi. Kapitalist üretim biçiminin, esas devrimci özne olan proletaryanın mevcut sosyoekonomik sistemi yıkmasına fayda sağlayacak kapsamlı bir eleştirisini geliştirmeyi amaçlıyordu.

Dahası, kesinlikle “yeni bir din” niyetinde olmayan Marx, teorik olarak anlamsız ve politik olarak verimsiz gördüğü, komünist toplum için evrensel bir model tarifinden de geri durdu. Bu sebeple, Kapital’in ilk cildinde “geleceğin menüleri için yemek tarifi” yazma niyetinde olmadığını açıkça belirtmişti. Buna rağmen, birçok yorumcunun hatalı iddiasının aksine, Marx komünist topluma dair kimisi basılmış kimisi basılmamış birçok fikir geliştirmişti.

ÖZGÜR İŞTİRAK KOMÜNİZM

Marx’ın komünizm tahayyülü, “özgür bireylerin, müşterekleştirilmiş üretim araçları ile çalışarak tek bir toplumsal emek gücü olduklarının tüm bilinci ile bu güçlerin birçok farklı formunu geliştirdikleri bir işbirliği idi.” Benzeri birçok tanımı Marx’ın yazılarında bulabiliriz. Grundrisse’de, kapitalizm sonrası toplumun “kolektif üretim” üzerine temelleneceğini yazmıştı. Gotha Programının Eleştirisi’nde ise “toplumsal örgütlenmeyi, üretim araçlarının ortak mülkiyeti temelinde ‘işbirliğine dayalı bir toplum’” olarak tanımlıyordu.
Kapital’in ilk cildinde, Marx, toplumun bu “daha yüksek formundaki” hâkim prensibin her bireyin tam ve özgür gelişimi olduğunu açıklıyordu. Fransa’da İç Savaş’ta, komün üyelerinin uyguladıkları tedbirlerle hemfikir olduğunu belirtirken “halkın kendi kendine hükümet edişinin eğilimlerine işaret ettiğini” yazıyordu. Daha açık olmak gerekirse, Paris Komünü’nün siyasi reformlarına dair değerlendirmesinde, “eski, merkezî hükümetin taşralarda dahi üreticilerin özyönetimine doğru kırılması gerektiğini” iddia ediyordu. Bu ifade, Bakunin’in Devletçilik ve Anarşizm eserinde yeniden ortaya çıkıyor; Marx “radikal bir toplumsal değişimin, toplulukların özyönetimi ile başlayacağının” altını çiziyordu.

Marx, burjuva topumda işçiler ve kapitalistlerin piyasa içerisindeki durumlarını eşitleyen sözde serbest rekabetin insan özgürlüğü ile hiçbir alakası olmadığını ve kapitalizm savunucuları tarafından yüceltildiğini belirtiyordu. Sistem demokrasi karşısında devasa bir engel teşkil ediyordu ve işçilerin ürettiklerinin dengine yaklaşamayacak bir karşılık aldıklarını en iyi şekilde gösteren de kendisiydi.

Marx Grundrisse’de kapitalizmin “bireylerin toplumsal üretim altında toplandığını” ve bunun “kendileri dışında varoluşunun kaderleri haline geldiğini” gözlemler. Bu da ancak alım satım değerleri her şey olup bittikten sonra belirlenen ürün üzerinden pazarlığı edilen değişim değerinin ederiyle belirleniyor. Buna karşın komünist toplumda ise emeğin kendi içinde dağıldığı işbirliğinin çıktısı olarak üretim “doğrudan toplumsal” olacak. “Ortak zenginliğin” sahipleri tarafından yönetilecek. “Üretimin toplumsal karakteri” üretileni en başından genel ve ortak olana doğru biçimlendirecek, “üretimin komünal karakteri” baştan belirlenmiş olacak ve bireyin emeği toplumsal emeğe dönüşecek. Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde vurguladığı gibi, kapitalizm sonrası toplumda “bireysel emek dolaylı bir biçimde var olmayacak ve doğrudan kümülatif emeğin tamamlayıcı parçasına dönüşecek”. Ek olarak, işçiler “bireyin işbölümüne köleleştirici itaatini” tarihe gömecek şartları da yaratabilecekti.

SOSYALİZM VE EKOLOJİ

Kapital’in ilk cildinde Marx burjuva toplumda “üretim sürecinin işçi için değil işçinin üretim süreci için var olduğunu” vurgular. Dahası, işçilerin sömürülmesine paralel olarak çevrenin sömürüsü de ortaya çıkar. Marx’ın komünist toplum fikrini üretici güçlerin gelişimine indirgeyen yorumlamalara karşın, Marx’ın kendisi bugün ekoloji sorunu dediğimiz konuya büyük ilgi gösterir. Birçok kez “kapitalist tarımdaki gelişmelerin yalnızca işçileri değil toprağı da soyduğunu” işaret etmiştir.

Komünizmde, planlı işbirliğinin şartları yaratılacaktır. Kapital’in üçüncü cildinde Marx işçilerin komünist üretim biçimini tesis edebildikleri vakit, “tekil bireylerin gezegene sahip olmasının, bir insanın diğeri üzerindeki sahipliği kadar absürt geleceğini” gözlemler. En radikal eleştirilerini kapitalizme içkin yıkıcı sahiplenmeye yönlendirerek, “ne tüm bir toplum ne tüm bir millet, hatta varolan tüm toplulukların bütünü dahil dünyanın sahibi değildir” der. Marx için, insanlar “onun içinde yaşayanlar, ondan yarar sağlayanlar olarak gezegeni gelecek nesiller için daha iyi bir duruma getirmekle mükelleftirler”.

Marx’ın komünizme dair fikirleri ne dogmatik şekilde bağlı kalınacak bir model olarak ne de farklı zaman ve yerlerde ayrım gözetmeden uygulanması gereken çözümler olarak düşünülmemelidir. Fakat bu taslaklar, paha biçilemez bir teorik hazine teşkil etmekte, bugün dahi kapitalizmin eleştirisinde bize yol göstermektedir.

Categories
Journalism

Che Guevara’nın yolundan

Marcello Musto – Akademisyen

Ernesto Che Guevara’nın hayatının son günlerini geçirdiği Vallagrande’yi ziyaret edebilmek için uzun bir yolculuğa çıkmanız gerekir. Önce Bolivya’nın en kalabalık şehri Santa Cruz’a gidip, oradaki eski yıpranmış otobüslerle, derme çatma ve rüzgârlı bir dağ yolunu geçmelisiniz.

Şehrin merkezinden birkaç kilometre sonra, Che’nin altı gerilla yoldaşı ile birlikte elleri kesilmiş biçimde saklandığı, şimdi müzeye çevrilmiş toplu mezarları görürsünüz. Alan, Bolivyalı devriyelerin CIA ajanlarının yardımlarıyla Guevara’yı ele geçirmek için kurdukları üsten yalnızca birkaç yüz metre uzaktadır. Oradan kalanlar ancak otuz yıl sonra yeniden ortaya çıkarıldı ve bugün Santa Clara’da, Che’nin 1958 Aralık’ında Küba devrimini getirecek savaşa önderlik ettiği yerde bir mozolede sergilenmektedir.

Latin Amerika’nın Dağlarından

Vallagrande’den La Higuera’ya varmak 3 saat alıyor. Yaklaşık elli evden oluşan bu küçük kasabaya giden yol denizden 2 metre yüksekte, asfaltsız ve sarp olduğu için ancak ciple yolculuk edilebiliyor. Tenha bir yer, bugün bile dünyadan çok uzakta.

Zaman zaman haksızca ima edildiği üzere, Che Bolivya’yı Küba’da uyguladığı siyasi ve askerî stratejilerin aynısını mekanik şekilde yeniden üretebilmek için seçmedi. Fakat güney koninin tamamını etkileyecek bir devrimci sürecin doğuşuna ihtiyaç olduğuna ikna olmuştu. Bolivya’da başarılabilecek uluslarüstü bir proje, Peru ve Arjantin’e de ulaşabilir, ABD’nin tek ve dolayısıyla görece zayıf bir noktaya müdahale ederek bastırabilmesinin önüne geçilebilirdi. Kıtanın merkezinde yer alan, beş ülkeyle komşu olan Bolivya, kıtaya yayılacak farklı mücadele cephelerini organize edecek güvenilir kadroları oluşturmak için idealdi.

Che Bolivya Ulusal Kurtuluş Ordusunu yalnızca 45 gerilla ile kurmuştu. Bolivya Günlükleri’nin girişinde Fidel, “Tarihte bu kadar az sayıda insanın böyle devasa bir görevin altına girdiği görülmemişti” diyordu. Gerilla hareketinin başlangıcından 11 ay sonra ise ölüm çoğunun kapısına ulaşmıştı. 8 Ekim 1967’de, Che 16 yoldaşı ile birlikte pusuya düşmüş, sol ayağından yaralanmış ve üç saat süren çatışma sonucunda esir alınmıştı. Komşu La Higuera’ya götürülmüş, sonraki gün de General Rene Barrientos’un emriyle öldürülmüştü.

Che’nin Son Teorik Çalışmaları

Bolivya Günlükleri ile birlikte iki defter çarçabuk Küba’ya ulaştırıldı. Fakat kısa yazılardan oluşan bir başka günce çok daha geç ulaşmış, 1998 yılında ise Ölmeden Önce: Yazmalar ve Okuma Notları başlığı ile basılmıştı. Che bulunduğu şartların zorluğuna rağmen bu notlarında okumalarından önemli bulduğu pasajları aktarmış ve kimi çalışmalarını özetlemişti. Bu notlar, çok kısa süreli dinlenmelerinde yazdığı düşünüldüğünde, adanmışlığının da bir kanıtı sayılır. Notları arasında Sosyolog Charles Wright Mills’in yazdığı Marksist Che kitabının analizindeki yüzeyselliğin dahi eleştirisi vardı. Mills’i “Kuzey Amerika solunun liberal entelektüelliğinin açık bir örneği” olarak eleştiriyordu. Diğer yandan György Lukács’ı ise son derece faydalı buluyordu çünkü “Hegel felsefesinin karmaşıklığını çözmesine” yardımcı olmuştu. Felsefi çalışmalarına rehber olarak ise Engels’in Anti Dühring’indeki “diyalektik konusundaki tamamlanmamış fikirlerinden” yararlanıyordu. Troçki’nin Rus Devrimi Tarihi’nin belli kısımlarını ise Sovyetler’in doğuşuna dair “elzem, önemli bir kaynak” olarak görüyordu. Son olarak, Che yerel yazarları da okuyordu, Bolivya’nın Sömürge ve Ulusal Sorununa Dair isimli kitap üzerine notlar çıkarıyor, ülkeye dair “çokuluslu devlet” tezini ilginç buluyordu.

Che’nin son okuma notlarının sayfaları, kapitalizm öncesinden sosyalizme kadar olan süreçteki farklı üretim modellerine dair bir çalışması ile bitiyor. Bu çalışmada Marx’ın proletaryanın yoksullaştırılması konusunda haklı olduğunu belirtiyor fakat “emperyalizm fenomenini öngöremedi. Bugün emperyalist ülkelerin işçileri de sistemin azınlık ortaklarıdır” diye de ekliyor.

Ebedî Kahraman

Che’nin ölüm haberi herkesi şoka uğratmış fakat fikirleri 20. yüzyıl boyunca görülmemiş bir hızda yayılmıştı. Çocuklarına “her birimiz, tek başına değersiziz”, “dünyanın her yerinde, herkese karşı yapılan her türden haksızlığı yüreğinizin derinliklerinde duyun” diye öğütlediği bir mektup bırakmıştı.

1964 Aralık’ında Che Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda konuşmuştu. Latin Amerika’dan, halkının kurtuluş mücadelesinden bahsetmiş, siyasi partilerin, entelektüellerin desteğinin önemli ancak başarmak için yeterli olmadığını söylemişti. “Sömürülen işçilerle birlikte bu destanı yerli halkların ve topraksız köylülerin kitlesel birliği yazacak” diyordu. Birçoklarına modern bir Don Kişot’un beyanı gibi gelen bu sözler, başkaları içinse öngörülü bir liderin sözleriydi. Fakat bugün, tahrip gücü giderek daha fazla artan kapitalist sistem karşısında, Che’nin mirası her zamankinden daha güncel.Marcello Musto – Akademisyen

Ernesto Che Guevara’nın hayatının son günlerini geçirdiği Vallagrande’yi ziyaret edebilmek için uzun bir yolculuğa çıkmanız gerekir. Önce Bolivya’nın en kalabalık şehri Santa Cruz’a gidip, oradaki eski yıpranmış otobüslerle, derme çatma ve rüzgârlı bir dağ yolunu geçmelisiniz.

Şehrin merkezinden birkaç kilometre sonra, Che’nin altı gerilla yoldaşı ile birlikte elleri kesilmiş biçimde saklandığı, şimdi müzeye çevrilmiş toplu mezarları görürsünüz. Alan, Bolivyalı devriyelerin CIA ajanlarının yardımlarıyla Guevara’yı ele geçirmek için kurdukları üsten yalnızca birkaç yüz metre uzaktadır. Oradan kalanlar ancak otuz yıl sonra yeniden ortaya çıkarıldı ve bugün Santa Clara’da, Che’nin 1958 Aralık’ında Küba devrimini getirecek savaşa önderlik ettiği yerde bir mozolede sergilenmektedir.

Categories
Journalism

Potosi Madenleri: Bir avrupa sömürgeciliği hikâyesi

Marcello Musto – Akademisyen 

Bolivya Potosi’nin zenginliği Avrupa tarafından ilk olarak 1545 yılında, bir grup İspanyol istilacının yeraltı zenginliklerinden istifade etmek için bölgeye yerleşmesiyle fark edildi. Şehir çok kısa sürede büyüyerek 160 bin nüfusa kavuştuğunda ne Paris ne Roma ne Londra ne de Sevilla’da bu kadar insan yaşıyordu.

Şehrin ünü tüm dünyayı dolaştı. Latin Amerika’dan İspanya’ya bir köprü inşa edecek miktarda, yaklaşık 50 bin ton gümüş şehrin damarlarından çıkarıldı.

Dünyanın en büyük gümüş madenine sahip Potosi’den devasa parçalar halinde çıkarılan metaller lamaların sırtında Şili limanına taşınıyor, oradan da İspanyol savaş gemileriyle kıtayı terk ediyordu. Yerli halk köleleştirilmişti fakat insanlık dışı koşullar on binlercesini öldürmeye başlayınca, sömürgeciler Afrika’dan 30 binden fazla köle “ithal etti.” Avrupa “medeniyeti” yağma ve soykırım diye okunuyordu.

İNSAN YİYEN DAĞ 

Potosi sokaklarına girdiğinizde, 4.800 metre yüksekliğindeki Cerro Rico –insan yiyen– dağını fark etmemeniz mümkün değildir. Etkileyici hacmi, kızıl ve çiçek bozuğunu andıran pütürlü yüzeyini dolaşan kamyon ve insan siluetleri, bir yandan dağı bozup bozup yeniden kurarken bir yandan da aşağıya değerli madenlerini taşır.

İşçilerin yoğunlukla yaşadığı bölge şehrin yukarı kısmıdır. Yaklaşık 6 bin madenci dağın tepesinin yakınlarına kurdukları çadırlarında, hâlâ tükenmemiş olan gümüş, bakır, çinko ve kurşun madenlerinin üzerinde uyurlar. Aletlerinin kabalığına rağmen birer zanaatkâr gibi çalışırlar. Onlarınki dünyanın en korkunç mesleklerinden biridir, yalnızca yorucu değil ölümcüldür de. Hiçbir güvenliği olmadığı için bir anda da ölebilirler, “Zengin Dağın” ağzında verdikleri her nefesle silikoza yaklaşarak zaman içinde de.

Kadınlar, dağın derinliklerinde iyi karşılanmaz. Ancak palliralar, yani vefat eden madencilerin eşleri, zaman zaman madenlere girip çıkan kamyonlardan düşen taşları toplayarak geçimlerini sağlama hakkına sahiptir. İşçilerle birlikte pazara gider, günlük ihtiyaçlarını, özellikle de o yükseklikte tüm gün çalışmak için elzem olan koka yapraklarını, nefes almaya yardımcı olan okaliptüslü sarma sigaralarını ve ağır çalışma koşullarına dayanabilmek için molalarda tükettikleri saf alkolü (96°) satın alırlar.

CEHENNEMİN KAPILARI  

Dışarıdaki ağır sıcaklara rağmen birkaç yüz metre sonra hava sıfırın altına düşer. Kimi yerlerde sarkıtlar yolculuğu zorlaştırırken, bazı yerlerde ise su dizlere kadar derinleşir ve işçilerin botlarına dolabilir. Diz üstünde ilerlemeye mecbur kalınan kısımlar gibi. Kask lambasının titreyen ışığından başka her şey kapkaranlık ve derin bir sessizlik halindedir. Bu sessizlik bir anda bir tondan fazla mineralli toprak taşıyan bir el arabasının gürültüsü ile bozulabilir. Tekerlekleri yıllar geçtikçe işlevini yitirdiği için genellikle sürüklene sürüklene götürülen el arabaları. Bu sürüme işlemi dikkat gerektirir, el arabasına yer açmak için kimi zaman duvarlara yapışarak ilerlenir.

İlerledikçe, sıcaklık bir anda 40 dereceyi bulur ve bu hızlı geçiş işkence çektirir. Zemin artık ıslak değil sıcaktan kavrulmuştur ve hava oksijensizlikten basmaya başlar. Her yeri toz kaplar; boğazı, ciğerleri ve gözleri. Birkaç on metre daha ilerleyerek yolun sonuna, uğultuların arasına karışmanız gerekir. Burada en zor işi yapanlar, yani sondajcılar çalışır; duvarları el yapımı dinamitlerle patlatırlar. En korkunç şartlarda, neredeyse çıplak biçimde çalışırlar. Kimileri cehennemin ilk katına, 240 metre aşağıya inerek vücutlarının ancak sığdığı tünellerden kafalarını çıkararak, haftalık ücretlerini karşılayacak kadar çinko, teneke ya da kurşun ararlar.

Yolculuğun dönüşü uzun sürer. Uzaklarda bir ışığın parıltısını gördüğünüzde, hayata döndüğünüzü düşünürsünüz. Güneş ışığını ve sıcaklığını paylaşırken, diğer minerolar içeri girmek için sıradadır. Nazik fakat yorgunluktan keskinleşmiş yüzlerine bakarken, on yıllar boyunca her günü bu cehennemde geçirmenin nasıl mümkün olduğunu düşünmekten kendinizi alamazsınız.

YARI-SÖMÜRGE EKONOMİ 

Son birkaç on yılda, Bolivyalı madencilerin sayısı dikkate değer bir biçimde azaldı. Şu an aktif çalışan nüfusun yalnızca yüzde 1,5’ini oluşturuyorlar. Fakat ülke ihracatının yüzde 25’ini oluşturuyorlar ve nakliyatında, makine inşasında ve ticaretinde toplam 300 bin kişi çalışıyor. Her ne kadar Bolivya dünyanın en büyük yedinci gümüş ve kurşun ihracatçısı olsa da ekonomisi hâlâ yeterli bir geçim yolu sunmuyor. Madencilerin yüzde 90’ı küçük kooperatiflere çalışsa da hâlâ kurşunun yüzde 85’ini, çinkonun yüzde 80’ini ve gümüşün yüzde 75’ini satın aldıkları için, sektör yabancı çokuluslu şirketlerin hâkimiyetinde.

Bu durum maden araştırmalarında herhangi bir gelişme de sağlamadı; bugün kullanılan madenlerin neredeyse hepsi sömürge dönemiyle tıpatıp aynı durumda. Altyapıda da herhangi bir değişiklik yok, mineraller hâlâ 1892 yılından kalma antik raylı sistem tarafından taşınıyor. Ulusal egemenliğin getirdiği ilerlemeler ise yeterli değil: Bolivya kurşun ve gümüşün yalnızca küçük bir kısmını arıtabiliyor, çinkoya ise dokunamıyor bile. Dolayısıyla yalnızca sektöre hâkim olan aynı çokuluslu şirketlerin merkezleri olan ülkelere hammadde ihracatı ile yetinmek zorunda kalıyorlar. Milyon dolarların kazanıldığı bir piyasada ancak metelikler geride kalıyor. Yabancı şirketler ise yalnızca yüzde 8 vergi ödüyor; geçmişte kamuya ait Comibol’un ödediği yüzde 56’dan çok daha aşağısını.

Bu gerçekliğin karşısında, doğaya verdiği zarar ve yenilenemeyen kaynakların gaspı düşünüldüğünde, Bolivya’nın kamulaştırma yoluna gideceğini umut ediyoruz. Yarı-sömürge ekonomisine son verebilmek ve onun yerine yerli toplulukların taleplerine saygılı, ekolojik olarak sürdürülebilir bir modernleşme sürecine geçebilmek için.

Categories
Journalism

Marx ve teknokrat hükümetlerin eleştirisi

İlgi duyduğu onlarca konunun yanında, Marx’ın teknokrasinin –siyasi partilerden bağımsız, sözde uzmanlar tarafından yönetilen hükümetler– eleştirisine de ilgi duyduğu çok bilinmez. Zamanının en kapsamlı günlük gazetelerinden New York Tribune yazarı olarak, tarihteki ilk teknokrat hükümete yol açan siyasal ve kurumsal gelişmeleri gözlemlemişti: 1852 yılının Aralık ayından 1855’in Ocak’ına kadar süren Aberdeen Kontu hükümeti.

Marx’ın konu hakkındaki değerlendirmeleri, gözlem kabiliyeti ve iğnemeleri ile öne çıkıyordu. Times, yaşanan gelişmeleri “parti ruhunun dünyayı terk ettiği ve dehanın, tecrübenin, sanayinin ve yurtseverliğin hükümet etmek için yegâne kabiliyetler olduğunun” işareti olarak kutluyordu. Londra merkezli gazete, “her fikirden insanın” yeni hükümetin ardında yürümeye çağırıyordu çünkü “hükümetin prensipleri evrensel uzlaşı ve dayanışmayı buyuruyordu.” Benzer argümanlar, geçtiğimiz yıllarda da eski bankacılar -Yunanistan’da Lucas Papademos ve İtalya’da Draghi- başbakan olduğunda da söylenmişti. Kutlamalar 1852 yılının Times gazetesindeki gibiydi. Tüm muhafazakâr ve liberal yayın organları, hatta ortanın solundakiler dahi ekonominin içinden gelen “kurtarıcıların” sol sağ ayrımı gütmeden “siyasete” karşı başlattığı kutlu savaşa katılmıştı. Bugün benzer bir anti-siyasi argüman, sağın yükselen iki aktörünü desteklemek için kullanılıyor: Javier Milei ve cumhuriyetçi Vivek Ramaswamy -Arjantin ve ABD’de gerçekleşecek başkanlık seçimlerinin adayları.

1853 tarihli Miadı Dolmuş Bir Yönetim: Koalisyon Hükümetinin Görünümü başlıklı makalesinde, Marx Times’in yaklaşımıyla alay ediyordu. Britanya gazetesinin son derece modern ve büyüleyici bulduğu şey, onun için düpedüz saçmalıktı. Times’in “tamamen yeni, genç ve gelecek vaat eden aktörlerden teşekkül bir hükümet” nitelemeleriyle Marx şu sözlerle eğleniyordu: “Dünya, Büyük Britanya tarihindeki yeni çağın, geçtiğimiz yüzyılın sonundan beri neredeyse her hükümetle çalışmış, tarihi geçmiş, hem yaştan hem de yorgunluktan iki kere ölmüş ve yapay bedenlerde yeniden diriltilmiş seksenlik bürokratlar tarafından açıldığını öğrendiğinde kesinlikle şaşkına dönecek.” Hükümet içindeki isimler kadar, ürettikleri politikalarla ilgili de eleştirileri vardı: “Bize parti savaşlarının ortadan kalkacağını vaat ettiler, hayır hatta partilerin bile.” diyordu Marx; “O zaman Times niye var?”

Bu soru, maalesef sermayenin emek üzerindeki hâkimiyetinin, en az 19. yüzyılda olduğu kadar vahşileştiği bugün için de son derece güncel. Kapitalizmi önceki üretim biçimlerinden farklı kılan, ekonomi ve siyaset arasındaki ayrım zirveye çıkmış durumda. Ekonomi yalnızca siyaseti domine etmekle kalmıyor, gündemini belirliyor, kararlarını şekillendiriyor, fakat yargısından ve demokratik denetiminden bağımsız kalıyor. Öyle ki artık hükümet değişse dahi ekonomi ve sosyal politikaların aynı kalabildiği örneklere tanıklık ediyoruz. Değişmez kanunlara dönüştürüldüler.

EKONOMİNİN ÇEHRESİNİ SİYASALLAŞTIRMA MANEVRASI 

Geçtiğimiz otuz yılda, karar alma gücü siyasetten piyasaya geçti. Parti politikası odaklı yasama biçimleri, apolitik uzmanlık maskesi altında son derece ideolojik, politik ve gerici nitelikteki ekonomik buyruklara dönüştü. Siyasetin bu aygıtlarının, değişimden azade bir alan olarak inşa edilen ekonomiye çekilmesi, bu çağın demokrasisinin karşısındaki en büyük tehdit. Asimetrik seçim yasalarıyla çoktan temsil yetkisini kaybetmiş, yasama ile yürütme arasındaki ilişkinin otorite yanlısı değişimlere uğradığı ulusal meclislerin iktidarları da “piyasaya” devredilmiş durumda. Standard & Poor’s derecelendirmeleri, Wall Street indeksi ve marj -günümüz toplumunun mega fetişleri- halkın iradesinin yanında mukayese edilemeyecek kadar fazla ağırlığa sahip. Siyasi iktidarlar ekonomiye en fazla “müdahale” edebilir (kimi dönemlerde egemen sınıflar kapitalizmin yıkıcı anarşisini ve şiddetli krizlerini yatıştırma ihtiyacı duyar) fakat onun kurallarını ve en temel tercihlerini sorgulayamaz.

“Teknokrasi” –ya da söylendiği üzere “en iyilerin hükümeti”, “en yeteneklilerin iktidarı”– kavramının yarattığı yanılsamanın ardında, siyasetin askıya alınması olduğunu görebiliriz. Bu fenomen, Avrupa’da birden fazla kez ortaya çıktı. Geçtiğimiz yıllarda, siyasi krizlerde hemen erken seçime gidilmemesi, yönetimin ekonomiye devredilmesi gerekliliği tartışıldı. Nisan 1853 tarihli, “Hükümetin başarıları” başlıklı makalesinde, Marx (teknokratik) koalisyon hükümetinin siyasette zayıflığı temsil ettiğini” yazıyordu. Hükümetler artık hangi ekonomik tercihlere yönelineceğini tartışmıyordu. Artık baskın ekonomik yönelimler hükümetleri doğuruyordu.

NEOLİBERAL DÜSTURA KARŞI  

Geçtiğimiz yıllarda, Avrupa’da neoliberal düstur, piyasaların “özgüveninin” geri getirebilmek için acele şekilde “yapısal reformlar” sürecine gidilmesi gerektiğini savunuyordu, bugün artık bu kavram, “toplumsal yok oluş” ile eşanlamda kullanılıyor. Bir başka deyişle, ücret kesintileri, işe alma ve çıkarmada işçilerin haklarının gaspedilmesi, emeklilik yaşının artırılması ve makro özelleştirmeler. Ekonomik krizlerin en büyük sorumluları olan ekonomi kuruluşlarından gelen aktörlerin başında olduğu bu yeni “teknokratik hükümetler” bu yolu takip ettiler; bunu “ülkenin iyiliği için” “gelecek nesillerin refahı için” yaptıklarını iddia ettiler. Dahası ekonomik baskılarla ve ana akım medyanın da yardımıyla, bu koroda uyumsuz ses çıkaranları susturmaya çalıştılar.

Eğer sol siyaset alanından kaybolmayacaksa, en acil ve güncel sorunlara yönelik radikal politikalar önerme cesaretine de sahip olmalı. Toplumsal dönüşüm ve zenginliğin bölüşümü konularında politika üretebilecek olan son kişiler teknokratlar. Ayrıca son derece de siyasiler, söylemeye gerek yok, tabii ki son derece muhafazakârlar.

Çevirmen: Yunus Emre Ceren 

Categories
Journalism

Birinci Enternasyonal ve güncel önemi

Kökenleri

1864’teki ilk toplantısının ardından İşçilerin Enternasyonal Birliğinin (daha bilinen ismiyle Birinci Enternasyonal) yarattığı heyecan çok hızlı şekilde Avrupa’nın tamamına yayıldı. Sınıf mücadelesini ortak bir amaç haline getirdi ve yüz binlerce kadın ve erkeğe sömürüye karşı mücadele ilhamı oldu. Enternasyonal sayesinde, işçiler kapitalist üretim ilişkilerinin mekanizmasına dair daha açık bir kavrayış geliştirirken, kendi güçlerinin daha fazlasına vardılar ve hakları için yeni ve daha ileri mücadele biçimleri geliştirdiler.

Kurulduğunda, Enternasyonal’in temel itici gücünü liderlerinin ağırlıkla ekonomik sorunlara yoğunlaştığı Britanya sendikacılığı oluşturuyordu. İşçilerin şartlarını düzeltmek için mücadele etmesine ediyorlardı fakat kapitalizmi sorunsallaştırmıyorlardı. Enternasyonali de öncelikle grev süreçlerinde başka ülkelerden işçi ithâlâtının önüne geçmek için kurdular. Enternasyonal içerisindeki en önemli ikinci grup ise uzun süredir Fransa’da baskın olan yararcılardı. Pierre-Joseph Proudhon’un teorileriyle hareket eden bu grup, işçi sınıfının siyaset içerisinde yer almasına da grevin bir mücadele aygıtı olmasına da karşıydı. Bir de komünistler vardı; ütopik fikirlerden ilham alan bir grup işçi ve belli belirsiz demokratik fikirleri olan sürgün aydınlar. Başlangıçta, Enternasyonal farklı siyasi geleneklerin bir arada bulunduğu, çoğunluğu devrimci değil reformist bir örgütlenmeydi.

Teoriler ve Mücadeleler

19. Yüzyılda 60’ların sonu ve 70’lerin başı Avrupa’da toplumsal çelişkilerin yaygınlaştığı bir dönemdi. Protesto eylemlerine dahil olan birçok işçi, Enternayonal ile iletişime geçiyor, örgütün şanı hızla yayılıyordu. 1866’dan itibaren grevler birçok ülkeye yayılarak yeni ve önemli bir mücadele biçiminin temeli haline geldi. Çelişkilerin çoğunda senaryo aynıydı: başka ülkelerde dost işçiler grevcilere destek için fon oluşturuyor ve kendilerini endüstriyel askerlere çevirecek çalışma şartlarını reddediyorlardı. Sonuç olarak, patronlar grevcilerin birçok talebini kabul etmek zorunda kalıyorlardı.

Farklı uluslardan, dillerden ve siyasi kültürlerden gelmenin yarattığı tüm sorunlara rağmen, Enternasyonal çok sayıda örgütlenmenin ve kendiliğinden mücadelelerin koordinasyonu ve birliğini sağlıyordu. En önemli başarısı ise sınıf dayanışmasının ve enternasyonal birliğin kritik önemini gösterebilmesi oldu.

Enternasyonal aynı zamanda emek hareketindeki en ünlü tartışmaların da ilk ev sahibi oldu. Bunlar içerisinde: sendikaların vazgeçilemez yararları; toprak ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması; seçimlere işçi sınıfının bağımsız partileriyle katılımı, kadınların özgürleştirilmesi ve savaşın kapitalist sistemin kaçınılmaz sonucu olarak kavramsallaştırılması vardı. Enternasyonal Avrupa dışına da yayıldı, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’ne.

Enternasyonalin en dikkate değer dönemi, Paris Komününün kuruluşuna rastladı. 1871’de Fransa-Prusya savaşının ardından, Parisli işçiler burjuva hükümetine karşı harekete geçip şehri ele geçirdiler. Dolayısıyla Enternasyonal bu fırtınanın merkezinde olduğu için de muazzam bir popülariteye sahip oldu. Tabii kapitalistler ve orta sınıflar için kurulu düzen karşısında büyük bir tehdit olarak görülürken, işçiler için sömürüsüz ve adil bir dünya umudunu besliyordu. Emek hareketi müthiş bir canlılık kazandı ve her yerde görünür oldu. Paris ayaklanması işçi hareketini alevlendirirerek, daha radikal tutum alma ve militanlaşmalarını sağladı.

Dolayısıyla Enternasyonalin baştaki kuruluşu, aynı temel misyonu gibi demode hale gelmişti. Artık görev Avrupa çapında grevler için kitlesel destek örgütlemek, sendikaların yararını, toprak ve üretim araçlarının kamulaştırılmasını anlatan kongreler düzenlemek değildi. Paris Komününden sonra, işçi hareketleri için asıl sorun, kapitalist üretim biçiminin sonlandırılması ve burjuva dünyasına ait kurumların yıkılması için nasıl örgütlenileceği idi.

Dün ve Bugün

Birinci Enternasyonalin öneminin yeniden keşfi çok farklı bir bağlamda oldu. O dönemin umutlarını kendi dönemimizin güvensizliklerinden ayıran boşluk, neoliberal rekabetçiliğin ve şirketleşmenin yarattığı ideolojik itaat ve bireycilik döneminde Enternasyonal çağının dayanışmacı ve sistemsiz ruhuna özlemi yarattı.

Emek dünyası dönemsel bir yenilgi yaşadı ve sol hâlâ derin bir krizin ortasında. Neoliberal politikalarla geçen uzun bir dönemin ardından işçilerin mücadele ettiği ve önemli kazanımlar elde ettiği sistem, 19. Yüzyıldakine benzer bir versiyonuna dönüştü. Geçmişteki ilerici anlamını kaybetmiş olan emek piyasası “reformları” her geçen yıl yeni “esneklikler” ve daha kolay son verme biçimleri icat ederek daha derin eşitsizlikler yarattı. Sovyet blokunun çökmesinin ardından birbirinden farklı büyük siyasal ve ekonomik dönüşümler üst üste geldi: küreselleşmenin yarattığı toplumsal değişimler, var olan üretim biçiminin çıktısı olan ekolojik felaketler ve varlıklı sömürücü azınlık ile yoksullaşmış çoğunluk arasındaki giderek büyüyen uçurum, kapitalizmin (2008’de başlayan) en büyük ekonomik krizlerinden birisi, ırkçılık ve şovenizm, COVID-19 pandemisi ve her yere yayılan savaş rüzgârları.

Böyle bir bağlamda sınıf dayanışması her zamankinden daha vazgeçilmez durumda. Marx’ın kendisi işçi sınıfının yerlisi ile göçmeniyle (ki daha fazla ayrımcılığa uğruyorlar) karşı karşıya gelmesi egemen sınıfların hâkimiyetinin en temel unsuru.

Toplumsal çelişkileri örgütlemenin yeni yolları, 150 yıl önceki formları şu an kullanamayacağımıza göre, siyasi partilerin ve sendikaların yeniden icat edilmesi ile mümkün. Fakat işçilerin sömürülenlerin ortak cephesinde örgütlenmediği sürece yenileceğine dair Enternasyonalin tarihsel dersi hâlâ geçerli. Bu olmadan, ufukta gözüken tek senaryo yoksulların kendi arasındaki savaş ve bireyler arasındaki dizginsiz rekabet.

 

Çeviren: Yusuf Tuna Koç

Categories
Journalism

Kapitalizmi anlamanın anahtarı

Yabancılaşma, 20. yüzyılın en önemli ve en çok tartışılan konularından biriydi ve Marx’ın kavramsallaştırması bunda kilit bir rol oynadı. Yine de tahmin edilenin aksine yabancılaşma teorisinin kendisi çizgisel bir ilerlemeyle gelişmedi, Marx’ın yabancılaşma kavramı üzerine düşüncelerini içeren, öncesinde bilinmeyen metinlerinin basılması teorinin dönüşümündeki önemli moment oldu ve bu şekilde küresel düzeyde popülerleşti.

1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmalarındaki “yabancılaşmış emek” kategorisiyle Marx yalnızca yabancılaşma sorununu felsefe din ve siyaset alanlarından meta üretiminin ekonomisine doğru genişletmemiş, aynı zamanda ekonomiyi diğerlerini anlamanın ve üstesinden gelmenin öncülü haline getirmişti. Fakat yine de 1844’teki kavramsallaştırma henüz 26 yaşında yazılmış, yabancılaşmanın başlangıç ve taslak seviyesinde bir teorizasyonuydu. 1850 ve 1860’lardaki ekonomi yazılarında ise Marx’ın yabancılaşma konusundaki fikirleri erken felsefi el yazmalarına kıyasla çok daha geniş kapsamlı ve detaylıdır.

YABANCILAŞMA KAVRAMININ UZUN YÖRÜNGESİ

Yabancılaşmanın sistematik olarak ilk tariflenişi Hegel’in Ruhun Fenomenolojisi (1807) eserinde, ruhun nesnellik boyutunda kendinden farklı bir şeye dönüşmesini açıklamak için Entrausserung (kendini dışsallaştırma) Entfremdung (yabancılaşma/uzaklaşma) ve Vergegenständlichung (nesne haline getirme) kavramlarını kullanmasıyla olmuştur.

Yabancılaşma felsefe dünyasında zamanla unutulmuş, 19. yüzyılın hiçbir önemli düşünürü bu kavrama dikkat vermemişti. Marx bile yaşadığı dönemde basılan eserlerinde kavramı nadiren kullanmış, yabancılaşma üzerine tartışmalar İkinci Enternasyonal dönemi Marksizminde kendine hiç yer bulamamıştı.

Fakat bu dönemde kimi düşünürler daha sonra yabancılaşma ile ilişkilendirilecek kavramlar geliştirdiler. Emile Durkheim Toplumsal İşbölümü ve İntihar eserlerinde toplumsal iş bölümünde sosyal uyumu güvence altına alan normların büyük bir genişleme sonucu krize girdiği anda ortaya çıkan fenomenleri açıklamak için geliştirdiği “anomi” (dışlanmışlık) kavramı bunun bir örneği. Max Weber, Ekonomi ve Toplum kitabında toplumdaki “bürokratikleşme” ve insan ilişkilerindeki “rasyonel hesaplama” fenomenlerini kapitalizmin temelleri olarak düşünmüştür. Fakat bu yazarlar insan ilişkilerinin engellenemez eğilimlerini tarif ettiklerini düşünüyorlardı ve bunun temelinde verili toplumsal ve siyasal düzeni geliştirme niyetiyle yönlendirilmiş fikirler vardı, var olanı başka bir taneyle değiştirmek değil.

Yabancılaşmanın yeniden keşfi, Gyorgy Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci eserinde, emek sürecinin insanı nesnel ve bağımsız bir şey olmaktan çıkararak dışsal, kendiliğinden yasalar içerisinde domine etmesi olgusunu açıklamak için “şeyleşme” kavramını geliştirmesiyle mümkün olmuştur. Kavramın yaygınlaşmasında belirleyici olan, 1932 yılında Marx’ın gençliğinde yazdığı 1844 El Yazmalarının ilk defa yayınlanması ile emek üretiminin emeğin karşısında “yabancı, üretenden bağımsız bir güç” haline gelmesi olgusunu açıklayan bir tanım olarak yabancılaşma kavramıyla karşılaşırız. Hegel’in aksine Marx için yabancılaşma nesneleştirme ile bağlantılandırılabilecek bir kavram değil, ekonominin belli bir formundaki özel bir olgudur: bu da ücretli emeğin ve emek ürününün üreticiye yabancı nesnelere dönüşüüdür. Hegel yabancılaşmayı emeğin ontolojik tezahürü olarak sunarken, Marx üretimin spesifik bir döneminin, kapitalizmin karakteristiği olarak düşündü.

İkinci dünya savaşından sonra yabancılaşma hem felsefede hem de anlatıya dayalı edebiyatta, Fransız varoluşçuların etkisiyle sık başvurulan bir tema haline geldi. Fakat bu dönemde insanın toplumdan kopuşunu, bireysellikle tecrübe dünyası arasında bir ayrımı, aşılamaz bir insanlık halini ifade ediyordu. Herbert Marcuse de yabancılaşmayı kapitalist üretim ilişkilerinin bir tezahürü olarak değil, nesnelleştirme olarak tanımlamıştı. Eros ve Uygarlık eserinde Marx ile arasına mesafe koyarak insanın kurtuluşunun ancak emeğin ilgasıyla -özgürleştirilmesiyle değil- ve sosyal ilişkilerde oyun ve libidonun olumlanmasıyla gerçekleşebileceğini savunuyordu.

YABANCILAŞMA KAVRAMININ KARŞI KONULAMAZ BÜYÜSÜ

Bir on yıl sonra kavram Kuzey Amerikan sosyolojisinin dağarcığına da girdi. Ana akım sosyologlar yabancılaşmayı toplumsal ilişkilerin değil, insanın bireysel bir sorunu olarak görüp tedavisinin merkezine de toplumu değiştirmeye dönük kolektif pratiği değil var olan düzene bireysel uyum sağlama kapasitesini koydular. Marksist gelenekte yabancılaşma kavramı kapitalist üretim biçimine dönük kimi keskin eleştirilere katkı verse de sosyolojideki kurumsallaştırması kavramı toplumsal normlara dönük bireysel bir uyum sorunu haline getirdi.
1960’larda ise yabancılaşma teorilerine ciddi bir rağbet başladı ve kavramın zamanın ruhunu mükemmel şekilde yansıttığı düşünüldü. Guy Debord’un Gösteri Toplumu yabancılaşma teorisini fikri üretimin eleştirisiyle bağdaştırdı: “‘ikinci endüstri devrimi’ ile yabancılaşmış tüketim kitleler için yabancılaşmış üretim kadar önemli bir görev haline geldi.” Fakat kavramın popülerleşmesi ve gelişigüzel kullanımı yoğun bir kavramsal belirsizlik yarattı. Birkaç yıl içerisinde yabancılaşma mutsuzluğun tüm spektrumlarına sirayet etmiş, her şeyi kuşattığı için de aşılamayacağı inancını üreten boş bir formüle dönüştü. Yabancılaşma teorilerine rağbet artarak, tüm dünyada konu üzerine yüzlerce kitap ve makale yazıldı. Kısaca bu bir yabancılaşma çağıydı. Farklı siyasi geleneklerden ve akademik disiplinlerden yazarlar yabancılaşmanın sebebi olarak metalaşmayı, aşırı uzmanlaşmayı, konformizmi, tüketiciliği, yeni teknolojilerden ötürü benlik yitimini ve hatta bireysel izolasyonu gösterdiler. Kuzey Amerikan akademi dünyasında tartışma daha paradoksal bir hal aldı, yabancılaşma kavramı hakiki bir bozulma yaşayarak başta karşısına aldığı toplumsal sınıfların savunucuları tarafından kullanılmaya başlandı.

MARX’A GÖRE YABANCILAŞMA

Marx’ın Grundrisse eserinin 1970’lerde popülerleşmesi ile yabancılaşma tartışmasının odağı Alman filozofun olgunlaşmış metinlerindeki kavramsallaştırmasına çekildi. Bu eserde, 1844 El Yazmalarındaki analizler yeniden fakat bu kez ekonomik kategorilerin daha kapsamlı bir kavrayışı ve daha keskin bir toplumsal analizle zenginleştirilerek ele alınıyor. Grundrisse’de Marx kapitalizmi şöyle tanımlıyordu: “Üretim süreçleri ve üretimlerin genel mübadelesi olarak tüm bireyler için hayati bir şarta dönüşürken aynı zamanda bu karşılıklı ilişki üreticilere yabancı görünen, kendiliğinden bir şeye dönüşüyor. Mübadele değerinde kişiler arasındaki toplumsal bağlantı şeyler arasındaki toplumsal ilişkiye dönüşürken; kişisel kabiliyet de nesnel zenginliğe dönüşüyor.” Erken dönem felsefi metinlere kıyasla bu ilerleme Kapital’in o ünlü bölümünde de gözlemlenebiliyor: “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”. Marx’a göre, kapitalist toplumlarda insanlar arasındaki ilişkiler “kişiler arasındaki doğrudan toplumsal ilişkiler olarak değil… fakat kişiler arasındaki maddi ilişkiler ve şeyler arasındaki toplumsal ilişkiler olarak tezahür eder.”

Tüm bu teorilerin yayılması yabancılaşma kavramının o dönem ana akım sosyoloji ve psikolojideki hegemonik versiyonundan farklı kavramsallaştırmaların yolunu açtı. Yabancılaşmanın pratik içerisinde üstesinden gelmeye, toplumsal hareketlerin partilerin ve sendikaların siyasi eylemi ile işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını değiştirmeye dönük bir kavramsallaştırma üretti. Marx’ın metinlerinin yayılması yalnızca yabancılaşmaya dair yeni çalışmalar için bütünlüklü bir teorik temel yaratmakla kalmadı, bu yıllarda tüm dünyada fışkıran siyasal ve toplumsal hareketler için anti kapitalist bir ideolojik zemin üretti. Yabancılaşma filozofların kitaplarından ve üniversite amfilerinden çıkarak emekçilerin mücadele alanlarına ve sokaklara taşındı, burjuva toplumun genel bir eleştirisine dönüştü.

Geçtiğimiz on yıllarda, emek dünyası dönemsel bir yenilgi yaşadı ve sol hâlâ derin bir kriz içerisinde. Neoliberalizm ile birlikte, birçok bakış açısından 19. yüzyıldakine benzer bir sömürü çağına girdik. Tabii ki Marx her güncel soruna cevap veremez fakat temel soruları saptayabilir. Piyasanın ve rekabetin domine ettiği bir toplumda Marx’ın yabancılaşmaya dair bugünle en alakalı fikirlerinin yeniden keşfi, hem geçmişi anlamak hem de kapitalizmin bugününün eleştirisini yapabilmek için zaruri eleştirel araçları sağlıyor.